Felsefe

Mekânsal Dönüş ve Küresel Tarih Yazımı Son yarım yüzyılda tarihçilik, yalnızca kronolojik silsilelere ve olay dizgelerine yaslanan bir anlatı biçiminden sıyrılarak yeni kavramsal yönelimlere açıldı. Bu yönelimlerden en etkilisi, kuşkusuz mekânsal dönüş olarak adlandırılan ve tarihsel analizin merkezine “yer” ve “mekân” kavramlarını taşıyan harekettir. Kökeni coğrafya, felsefe ve sosyal teori alanlarına uzanan bu entelektüel dalga, tarihin sahnesini oluşturan mekânı edilgen, değişmez bir fon olarak değil; toplumsal ilişkiler, iktidar mücadeleleri ve kültürel temsiller içinde sürekli biçimlenen, dönüştürülen

Günlük hayatın ne olduğunu sorduğumuzda aklımızda bir isimden çok bir fiil dizisi canlanır. Öncelikle günü düşünürüz ama aynı zamanda gün içinde yaptığımız şeyleri düşünmekten alıkoyamayız kendimizi. Sanki bir şey bizi günü soyutlamaksızın, tüm somutluğunda düşünmeye iter. Her ne kadar kimileri günü düzenli (rutin çalışma) kimileri ise düzensiz yaşasa da (aylaklık etme), herkes şu ya da bu şekilde, az ya da çok bir şeyler yapar yaşamak için. Bu anlamda günlük hayat bir tür pratikler bütünü olarak

Yürümek eyleminin sadece bedenimde deneyimlediğim fiziksel bir aktiviteden ibaret olmadığını erken bir zamanda keşfetmişim. Özellikle lise yıllarında yaşadığım şehrin küçük olması sebebiyle, az ve bataklık üstüne inşaat–deprem ikilisinin çıktısı alçak binalar, eğer doğru sokakları seçerseniz bomboş, geniş yollar ve dolayısıyla göz alabildiğince uzanan gün batımı bir şanstı. Eğer kulaklığım yanımdaysa son keşfettiğim şarkıları keyifle dinlerken, gökyüzündeki renklerin zaman içerisinde değişip birbirine karışmasını ve bulutların arasından şehre inen ışıkları izlerdim. Bir yandan hayal gücümün farkına varmadan

  "Yavaşça yok oldu, kuyruğunun ucundan başladı yok olmaya, en son da sırıtışı kaldı." Alice'in Harikalar Diyarındaki Maceraları, Lewis Carroll     Kedilerle kuantum fizikçileri arasında tuhaf bir bağ var. Hatırlayalım, Erwin Schrödinger’in 1935 tarihli düşünce deneyinin başrolü bir kediydi. Canlılık ve ölülük hali eşdeğer sayılan bir kedi. Schrödinger'in Kedisi bir paradoksu açıklamakla mükellefti. Dönemin başat kuantum mekaniği yorumunu -Kopenhag yorumu- sarsmak istedi; derdi küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı kalan kediler için ikircikli bir ontoloji önermek

Gilles Deleuze, virtüel kavramını özel bir anlamda kullanıyordu. Bu anlam, öncelikle “potansiyel” kavramının anlamından tamamen farklı, hatta ona zıttır. Potansiyel, mantıksal mümkünatı temel alan bir kavram. Yani potansiyel kavramının perspektifinden her şey “mümkün”, her şey zira potansiyel, son kertede “mümkünat dahinde olan” demek. Yani belirsiz bir mümkünlüğe referans veriyor ister istemez. Örneğin unicorn diye bir şeyin olması mümkün. Böyle bir “şey”in varlığı yadsınamıyor, yalnızca “şimdilik” var olmadığı belirtilebiliyor. İşte bu yadsınamazlık, potansiyelin kendisi. Onun özü,

Siyaset, eğitim, sinema, edebiyat gibi farklı alanlara dair yazdıklarıyla tanınan çağdaş Fransız filozof Jacques Rancière’in felsefesinin temelinde yer alan “duyulurun paylaşımı” kavramına ilişkin metninden bir parçayla birlikte çevirmenin “Rancière ve Estetiğin Diğer Anlamı” başlıklı notunu okura sunuyoruz. * * * Anlaşmazlık’ta[1] siyaset, “duyulurun paylaşımı” (partage du sensible) dediğiniz şeyden hareketle soruşturuluyor. Bu tabir sizin nazarınızda estetik pratikler ile siyasal pratikler arasındaki zorunlu irtibatın anahtarını mı veriyor? Bir cemaatin varoluşunu gözler önüne seren duyulur kesinlikler ile yerleri ve yerlerle

Nietzsche’nin yazım tarzı, onu ister istemez farklı farklı temalara, tekrar tekrar döndürüp duruyordu. Merhamet, evlilik, ahlak, intikam, kahkaha, yazarlık, bunlardan yalnızca birkaçı. Parçalı bir yazma stiline sahip olması, yani ele aldığı konuyu nihai bir sonuca bağlamamaktaki ısrarı, ister istemez yazısını tematik tekrarlarla doldurup taşırıyordu. Bu açıdan Nietzsche’nin, kitabından kitabına, bütün bir külliyatı boyunca kendi konu ve buna mukabil sorunlarını keşfettiğini de pek tabii söyleyebiliriz. Kendine has tekrarının farkını, yani tekrarındaki farkı olumlayan bir felsefeydi Nietzsche’ninki;

Annemizi ne kadar iyi tanıyoruz? Ya da kendimizi? Çünkü burada “anne” sözcüğü bir doğuranı işaret etmekten ziyade; sizi, mitolojiyi, aşkı ve gündelik alışkanlıklarımızı dahi kapsayan bir kavrama dönüşüyor. İçinde bulunduğumuz toplumun (haliyle o toplumu oluşturan bireylerin) kadın ile olan sorunu, (ki bunun bir tanımama sorunu olduğunu artık kavramış bulunuyoruz) bireyin, neden bir birey olmak için gereken şartlara kavuşamadığını; eksiklikler taşıyan bir toplumun neferleri haline nasıl geldiğimizi açıklıyor. Yanımızdaki, içimizdeki, var ettiğimiz, var edeceğimiz, önceden var edilen, kaçtığımız, umduğumuz, korktuğumuz, bizi şekillendiren anneyi tanımak için

Gündelik hayatta çoğumuz yaygın bir varsayım üzerinden yaşıyoruz. Varsayıyoruz ki bedenimiz tenimizde son buluyor ve varlığımız bireyselliğimizin sınırları içine mahkûm. Zannediyoruz ki benliğimiz ancak dış faktörlerden arındırılmış saf ve içe dönük bir çerçevede tanımlanabilir; içimiz ile dışımız arasında net bir ayrım var. Peki ya böyle bir ayrım yoksa? Ya bu genelgeçer varsayımlar birer yanılsamadan ibaretse? Ya bedenimiz tenimizde son bulmuyorsa; varlığımız bireyselliğimizle sınırlı değilse; benliğimizi içe kapanık halde tanımlamak zorunda değilsek? Benliği kendi içine kapalı bireysel bir

Görsel sanatlar da tıpkı edebiyat gibi, uçsuz bucaksız bir psikolojik gözlem kaynağı sunmaktadır. Dostoyevski romanı okurken yazarın belleğine misafir olduğumuz gibi, ressamın resmine bakarken gerek figürlerde/formlarda gerek renklerde, ortaya koyulan yaratımın bütün duygusunda ve bütün zekasında, yaratanın bilincine dair ipuçlarına şahit olmak kaçınılmaz bir hal alır. Peki dönüp kendi belleğimize yani kendi hatıra depomuza baktığımızda ve burada insanlığın ortak paydası olan soruları sorduğumuzda, bu deponun romanlardaki gibi lineer işlemediğini, daha çok bir kolaj çalışması gibi, parçaların benzersiz bütünler oluşturduğunu,