Duyulurun Paylaşımı: Estetik ile Siyaset
Siyaset, eğitim, sinema, edebiyat gibi farklı alanlara dair yazdıklarıyla tanınan çağdaş Fransız filozof Jacques Rancière’in felsefesinin temelinde yer alan “duyulurun paylaşımı” kavramına ilişkin metninden bir parçayla birlikte çevirmenin “Rancière ve Estetiğin Diğer Anlamı” başlıklı notunu okura sunuyoruz.
* * *
Anlaşmazlık’ta[1] siyaset, “duyulurun paylaşımı” (partage du sensible) dediğiniz şeyden hareketle soruşturuluyor. Bu tabir sizin nazarınızda estetik pratikler ile siyasal pratikler arasındaki zorunlu irtibatın anahtarını mı veriyor?
Bir cemaatin varoluşunu gözler önüne seren duyulur kesinlikler ile yerleri ve yerlerle ilgili payları tanımlayan kesitlerin oluşturduğu sisteme duyulurun paylaşımı adını veriyorum. Bir duyulur paylaşımı, pay edilmiş bir müşterek ile ayrıcalıklı payı aynı anda tayin ediyor yani. Payların ve yerlerin bu şekilde taksim edilmesi, aynı anda hem bir cemaatin iştirak etmeye hazır olduğu hem de bu veya şu cemaatin bu paylaşımdan pay alma tarzını belirleyen faaliyetlerin gerçekleştiği mekânların, zamanların, biçimlerin paylaşımına dayanır. Aristoteles yurttaşın yönetmekten ve yönetilmekten pay almış kişi olduğunu söyler. Fakat başka bir paylaşma biçimi var ki, bir paya sahip olmaktan da önce gelir: pay alanları belirleyen paylaşım. Konuşan hayvanın siyasal hayvan olduğunu söyler Aristoteles. Ama köle dili kavrasa da onu “haiz” değildir. Sanatçılar, der Platon, müşterek/kamusal işlerle meşgul olamazlar, çünkü işlerinden başka bir şeye ayıracakları zamanları yoktur. Başka yerde olamazlar çünkü iş beklemez. Duyulurun paylaşımı yapılan işin türü, faaliyetin icra edildiği zaman ve mekân açısından müşterek olanı kimin paylaşmaya muktedir olduğunu gösterir. Böylelikle her bir “meşgale” müşterek kabiliyetleri ve kabiliyetsizlikleri belirler. Kamusal mekânda görünür olup olmamak, müşterek bir sözle donatılıp donatılmamak vesaire de böyle belirlenir. Böylelikle siyasetin temelinde bir “estetik” bulunur – bu estetiğin Benjamin’in bahsettiği “kitleler çağı”na özgü “siyasetin estetikleşmesi”yle alakası yoktur. Buradaki estetik, siyasetin sanat istenci vasıtasıyla, sanat yapıtı olarak halk düşüncesi vasıtasıyla sapkın bir şekilde derdest edilmesi olarak anlaşılmamalı. Analojiye sadık kalırsak, estetiği Kantçı anlamda –Foucault’nun rastlantısal olarak uğradığı anlamda– anlayabiliriz: neyin duyumsanacağını belirleyen a priori biçimlerin oluşturduğu sistem. Zamanlar ile mekânları, görünür ile görünmezi, söz ile gürültüyü ayıran kesittir bu, ki aynı zamanda deneyim biçimi olarak siyasetin yerini ve ödülünü de tayin eder. Siyaset, gördüğümüz ve konuşabildiğimiz şeyle, görme yeteneği ve söyleme yetkinliğini haiz olanla, mekânların ve zamanın imkânlarının mülkiyetleriyle ilgilidir.
Buradaki ilk estetikten hareketle, anladığımız anlamda “estetik pratikler” sorusunu, yani sanat pratiklerinin görünürlük biçimlerine, işgal ettikleri yerlere, kamusal bakımından ne yaptıklarına dair soruyu sorabiliriz. Sanatsal pratikler, yapma tarzının genel dağılımı ile bu tarzların varlık ve görünürlük tarzlarıyla ilişkilerine müdahale eden “yapma tarzları”dır. Platon’da şairlerin kara listeye alınması, [şairlerin yazdıkları] masalların ahlakdışı içeriğine dayanmadan evvel, iki şeyi aynı anda yapmanın imkânsızlığına dayanır. Dolayısıyla kurmaca meselesi, yerlerin dağılımı meselesidir. Platoncu bakış açısından, hem kamusal faaliyet mekânı hem de “hayaller”in sergilenme yeri olan tiyatro sahnesi kimliklerin, faaliyetlerin ve mekânların paylaşılmasını bulanıklaştırır. Aynısı yazı için de geçerlidir: Yazı, kiminle konuşup konuşmayacağını bilmeden sağda solda dolanarak sözün dolaşımının, sözün etkileri ile kamusal mekânda bedenin[2] konumları arasındaki ilişkinin dolaşımının bütün meşru temelini ortadan kaldırır. Böylelikle Platon iki büyük modelin, yani sözün duyulur etkililiği ile varoluşunun iki büyük biçiminin önünü açar: tiyatro ve yazı – bunlar aynı zamanda genel anlamda sanatların rejiminin yapılaşmasının da biçimleri olacaktır. Ancak bu iki biçim çok geçmeden belli bir siyaset rejimiyle, kimliklerin belirsizleştirilmesine, konuşulan konumların gayri meşrulaştırılmasına, zaman ile mekânın paylaşımının kuraldan yoksun hale getirilmesine dayanan bir rejimle uzlaştırılır. Siyasetin bu estetik rejimi demokrasinin de rejimidir – zanaatkarlardan oluşan meclis, maddi olmayan yazılı hukuk ve tiyatro kurumundan ibarettir demokrasi. Tiyatro ile yazının karşısına Platon üçüncü bir biçim daha çıkarır: sanatın güzel/iyi biçimi, yani kendi birliğinin şarkısını söyleyerek dans eden cemaatin koreografisi. Özetle, Platon söyleme ve beden pratiklerinin cemaatin figürlerini öne sürdüğü üç tarzın önünü açar. Suskun göstergelerden oluşan bir yüzey söz konusudur: göstergelerin tablolar misali oluşturduğu yüzey, der Platon. Ayrıca kendisini iki karşıt modele bölen bedenlerin hareket mekânı söz konusudur. Bir yanda cemaatin özdeşleşmelerine ayrılan sahne simülakrlarının[3] hareketi, öte yanda ise otantik bir hareket, yani cemaat unsurlarına mahsus hareket vardır.
* Bu metin Jacques Rancière’in Partage du sensible: Esthétique et politique (Paris: La fabrique, 2000, ss. 12-16) kitabından çevrilmiştir. (ç.n.)
Fransızca aslından çeviren: M. Taha Tunç
* * *
Rancière ve Estetiğin Diğer Anlamı
Jacques Rancière, hocası Louis Althusser’den derin bir kopuş gerçekleştirdiği La leçon d’Althusser’den (Althusser Dersi) sonra esasen “duyulurun paylaşımı” olarak anladığı eşitsizlik meselesini merkeze alan bir düşünce hattı seyretmiştir. Hem saha araştırmaları hem arşiv çalışmaları hem de felsefi düşünceyi bir araya getiren Rancière, Pythagoras’a dayansa da Platon’un derinleştirdiği “duyulur” (duyumsanabilir, hissi veya duyulur olan da denebilir buna) ile “düşünülür” (veya akli, düşünülebilir) ayrımını dikkate alır. Rancière’in argümanına göre bu ayrım, antik filozofların nazarında kent devletlerinde payların nasıl dağıtıldığını açık hale getirir. Kimlerin işçi kimlerin entelektüel olduğunu belirlemeye de muktedir olan duyulur-düşünülür ayrımı Rancière’e göre bir “estetik” meselesidir.
Bu bakımdan metinde diğer filozoflarınki gibi Kant’ın yeri de rastlantısal değildir: Estetiği duyusal bilginin bilimi olarak kurmak isteyen Alexander Baumgarten’ı takiben Kant, 1781’de yayımlanan Saf Aklın Eleştirisi’yle birlikte aisthesis kavramını kullanırken kelimenin “duyumsama” anlamına sadık kalarak kullanır ve duyumsamanın a priori yani değişmez koşullarını belirlemeye çalışır. Bu fikre göre estetik, “neyin duyumsanacağını belirleyen a priori biçimlerin oluşturduğu sistem”dir. Rancière’in Kant’ın bu düşüncesine katkısı ise bu estetiğin aslında siyasetin tanımını vermesinde saklıdır. Dolayısıyla Rancière siyaset ile estetik arasına normalde yapılagelenden farklı bir formül koymayı dener.
Burada siyasetin estetize edilmesi veya estetik tercihlerin siyasallaşması gibi bir şey yoktur. Daha ziyade siyaset, duyumsama anlamında bir estetik rejimiyle ilişkilidir: gördüklerimiz ve duyduklarımız, görme ve konuşma biçimlerimiz, bunlara kimin muktedir olduğu, mekânların ve zamanın nasıl bölüşüldüğü vs. Rancière böylece bütün estetik pratikleri önceleyen bir estetik anlayışını keşfederek bunun siyasetle köklü ilişkisini gözler önüne serer. Bu bakımdan bir yandan kavramın eski anlamını güncellemeye çalışırken, öte yandan bunu görünür olmaya ve söyleme hakkına kimlerin sahip olduğunu (hatta bu payları kimin dağıttığını) sorgulayarak yapar. Duyulurun paylaşımı kavramı da bu gerilimde anlaşılır hale gelir.
M. Taha Tunç
[1] J. Rancière, La Mésentente. Politique et philosophie, Paris: Galilée, 1995 [Türkçesi: Anlaşmazlık. Siyaset ve Felsefe, çev. Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Monokl, 2021; ilk baskı: Uyuşmazlık. Politika ve Felsefe, çev. Hakkı Hünler, İzmir: Aralık, 2006].
[2] Fransızca corps kelimesinin “cisim, gövde, üst kısım, beden, unsur, bütün, cüsse” gibi farklı anlamları vardır. Biz burada insan kastedildiğinde “beden”, maddi şeyler için “cisim”, belli bir yapının organı anlamında kullanıldığında ise “unsur” dedik. (ç.n.)
[3] Lat. simulacrum’dan türetilen bu kelime genel anlamıyla görsel hale getirilen temsilleri ifade eder. (ç.n.)