Yürümenin Felsefesi Üzerine
Yürümek eyleminin sadece bedenimde deneyimlediğim fiziksel bir aktiviteden ibaret olmadığını erken bir zamanda keşfetmişim. Özellikle lise yıllarında yaşadığım şehrin küçük olması sebebiyle, az ve bataklık üstüne inşaat–deprem ikilisinin çıktısı alçak binalar, eğer doğru sokakları seçerseniz bomboş, geniş yollar ve dolayısıyla göz alabildiğince uzanan gün batımı bir şanstı. Eğer kulaklığım yanımdaysa son keşfettiğim şarkıları keyifle dinlerken, gökyüzündeki renklerin zaman içerisinde değişip birbirine karışmasını ve bulutların arasından şehre inen ışıkları izlerdim. Bir yandan hayal gücümün farkına varmadan tıkır tıkır işleyişi başlar; düşünceler, gelecek hayalleri ve fikirler en doğal halleriyle bedenimde dönüp dolanırdı. Düşüncelerimi durdurmaya, uzaklaştırmaya veya kontrol etmeye çalışmazdım, sanırım şimdinin farkındalık kavramına yakın bir deneyimdi bu. Eğer kulaklığım yanımda değilse o da hiç sorun değil. Yine hiç farkında olmadan mırıldandığım melodi zihnimin arka köşesine oturup devam ederken, benim de ağzımdan şarkı sözleri dökülmeye başlardı. Planlanmış, ölçülmüş biçilmiş, faturası kesilmiş hiçbir şey yoktu ortada. Ben ağzımı açardım ve geri kalanı bir ayağımı diğerinin önüne atmam kadar doğal bir şekilde, kendi akışında gerçekleşirdi. Bazen şehri çevreleyen dağları seyrederken adımlarımın tökezlediği, şarkımın yarım kaldığı olurdu ama bu, yaratıcı sürece bir müdahale veya ket vuruştan ziyade yolda uğranması gereken duraklardan biri gibiydi.
Uzun zamandır listemde olmasına rağmen geçen hafta okuma fırsatı bulduğum Frederic Gros’un “Yürümenin Felsefesi” adlı kitabında yürüyüşlerimde deneyimlediğim ama kelimelere dökemediğim düşüncelerin somut bir halini buldum. Öte yandan Gros, yürüyüşün daha önce üzerinde pek de düşünmediğim felsefi ve meditatif yönlerine odaklanırken, önde gelen birçok filozof ve düşünürün de yürüyüş üzerine fikirleri ile pratikleri hakkında bilgi veriyor. Gros’un yürüyüşe yaklaşımı ise dünyanın hızlı temposunun bir eleştirisi üzerinden ilerliyor.
Yorgun güneşin telaşsızlığında, döne döne yere düşen ölü yaprakların dinginliğinde, doğanın derin soluk alıp verişlerinde yıkanan bu yollarda, ağaçların arkadaşından bakınca, korkuları, haksız böbürlenmeleri, anlık mutlulukları ve kızgınlıklarıyla medeni dünya ve toplum uzun zamandır süren bir felaketten başka bir şey değildir. (Gros, 2009, s.73)
Kitabı okurken hem Gros’un hem bahsettiği düşünürlerin hem de benim buluştuğumuz ortak bir nokta olduğunu fark ettim: “Şimdi”nin eleştirisi. Belki yavaşlamanın en zor olduğu dönemlerden birini yaşıyoruz. Dikkat dağınıklığı üzerine yazılar, kitaplar, podcastler ve sosyal medya içeriklerini her yerde görmek mümkün. “Şimdi”nin uyarıcılarından kopmak imkansıza yakın bir noktada duruyor. Sosyal medyadan uzak kalmak ise insanlarda etkileşim eksikliğini tetikliyor ya da gündemi kaçırıyormuş korkusu yaşatıyor. Sonsuz ve hızlı bir sirkülasyon; olmadığımız, olmak istediğimiz ve olmamız gerektiğini düşündüğümüz kişinin tüm farklı versiyonlarını aynı noktada topluyor. Bu da yetişmenin veya ulaşmanın mümkün olmadığı -çünkü gerçekte olmayan bir kişiyi referans alıyoruz- bir ben algısı yaratırken, yetersiz ve başarısız hissetmemize, kendimizden uzaklaşmamıza yol açıyor. Sabah aldığımız nefesi, akşama kadar içimizde tutuyoruz sanki.
İşte biz, iyi ayağı üstünde hareket eden, büyük ağaçlar arasındaki katıksız güç ve haykırıştan ibaret bir hayvanız. (Gros, 2009, s.14)
Gros’un ilk ele aldığı düşünür Nietzsche için yürüyüş, yazarlığının ve yaşamının vazgeçilmez bir ritüeliydi. Hayatının sonuna kadar refakatçisi olan korkunç baş ağrıları kapısını çaldığında derman olsun diye başladığı yürüyüşler, sonunda aklını yavaş yavaş yitirip felç olana kadar hayatının büyük bir parçasını oluşturdu. Nietzsche’nin felsefesi kendini aşma ve edebi tekerrüre odaklanır, yürümek son derece anlamlı ve kasıtlı bir pratik haline gelir, her bir adım farkındalığa doğru bir teşebbüs olur. Bu yolculuğu sonsuza dek tekrarlama fikri; yürüyüşe bir amaç yükleme, zorluklarla dirençle yüzleşme ve yolculuğa bir anlam katmaya teşvik eder. Gros’un yürüyüşün felsefi ve meditatif yönlerini keşfetmesine benzer şekilde Nietzsche’nin ebedi tekrarı, yürüyüşü varoluşsal bir deneyime dönüştürür.
Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir. (Nietzsche, 2003)
Bir sonraki bölüm “Sadece bir yaya olan” ve hayatı boyunca yürüyen Rimbaud hakkında. Yirmi yaşında yazmayı bırakmasına rağmen Fransız edebiyatına beş yıl gibi kısa bir sürede derin bir iz bırakmış, henüz otuz yedi yaşındayken dizindeki bir tümör önce bacağının kesilmesine daha sonra da hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Rimbaud’un göçebe ve asi yaşam tarzı, yürümenin özgürleştirici potansiyelinin somut bir örneği aslında. Gros’a göre yürümek, Rimbaud için bir kaçıştı.
Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçarsınız. Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır. (Gros, 2009, s.14)
Yürüyüş için harekete geçirici etken her zaman doğanın güzelliğini takdir etmek, güneşli günlerin tadını çıkarmak değil. Bazen bulunduğumuz ortamdan veya kafamızın içindeki kafesten kaçmak için ya da Gros’un çok daha etkili bir şekilde açıkladığı “biri olma isteği veya zorunluluğundan kaçmak için” yürürüz. Ritmik ve tekrarlı bu aktivite, zihnimizi gün içinde alıştığımız noktalarından tutup farklı yönlere doğru çeker. Üzerinde düşünüp durduğumuz yapışıp kalmış düşüncelerden ellerimizi çekmemizi sağlar. Rutinimizin dışına çıkar, bir süre olduğumuz kişiyi tatile gönderir ve sadece yürüyen bir canlı oluruz. Rimbaud da gençliğinden, aşklarından ve talihsiz anılarından kaçmak için yürüyor olabilir. Seçme mektuplarının toplandığı bir kitapta Rimbaud’un yıllar içerisindeki keskin değişimini gözlemleyebiliyoruz. Yürümeyi hiç bırakmasa da zaman içerisinde bir şairden seyyah bir tacire dönüşür. Ölmeden önce son sözleri yola çıkmak üzere “Çabuk olun! Bizi bekliyorlar!” olur.
Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla gibi mutlu.
(Rimbaud, 2001, s. 71)
Peki bu yürüyüşler yalnız mı gerçekleştirilmeli? Gros, yalnız yürümenin benzersiz yanlarından bahseder. Kendini keşfe çıkma, iç gözlem ve toplumun bir birey olma talebinden uzaklaşma fırsatı sağlar. Yalnız yürümek düşüncelerimiz ve duygularımızla daha derin bir bağ kurma ve bambaşka bir açıdan bakabilme -çünkü rutinin içindeki kişi değilsin artık- imkânı sağlar. Bağımsızlık ve özgürlük duygusunu güçlendirir. Yolu, yönü, hızı sen belirlersin. Konuşmak zorunda değil, susmak zorunda hiç değilsindir. Patikanı değiştirebilir, Nietzsche gibi bayır yukarı tırmanıp, aştığın tepelerin arkasından geldiğin yolun manzarasını seyredebilirsin. “Gördüğüm, görebildiğim her şey bana aittir. Ne kadar uzağı görüyorsam, o kadar çoğuna sahibim. Yalnız değilim: Dünya bana ait; benim için ve benimle var”. (Gros, 2009, s. 55) Bir grup içinde yürümek de Gros’a göre sosyal bir deneyim olabilir; arkadaşlık veya topluluk duygusunu güçlendirebilir. Ortak keşifler ve fiziksel aktivite sosyal bağlar oluşturmamızı sağlayabilir ama yürüyüş eğer benliğe yönelik bir keşfe çıkış ise yalnız gerçekleştirilmesi gereken bir pratiktir.
Gros’un ele aldığı bir diğer düşünür, Rousseau medeniyetin ve toplumsal geleneklerin insanlığı yozlaştırdığı fikrini vurgulayarak doğaya dönüşü savunmuştur. Basit ve doğal bir aktivite olarak yürüyüş, bozulmamış bir varoluşla yeniden bağlantı kurma vizyonuyla uyumludur. Sadeliği kutlayan Rousseau, dünyayla ilişki kurmanın gösterişsiz bir yolu olarak doğada yürümeyi; özellikle bireylerin yalnızlığı kucakladıkları, toplumsal etkileşimlerin karmaşıklığına bir mola ve iç gözlem için alan sağladığı için hayatında önemli bir noktada konumlandırır. Gençlik yıllarında yürüyen Rousseau, on dokuz yaşından sonra yirmi yıl boyunca faytonlarda yolculuk yapan biri olur. Gros’a göre Rousseau, kendi kimliğini bulmak ya da gizlenmişi keşfetmek için değil, ilk insanı kendi içinde bulmak için yürür. “Dünyayla ve dünyanın dehşetleriyle bağını koparmak, yalnızlıkla arınmak, ilahi kaderine hazırlanmak için çöle gider gibi değil, doğadan taze taze çıkmış, katıksız, ilkel insanı kendi içinde bulmak için yürür” (Gros, 2009, s. 69) Böylece artık ihtiyarlamış olan Rousseau, sosyeteden kaçıp orman yollarına geri döner.
Onca felsefenin, insaniyetin, nezaketin ve haşmetli vecizenin ortasında, yanıltıcı ve boş bir dış görünüşten, faziletsiz şereften, irfansız akıldan ve mutluluk barındırmayan hazdan başkası yok elimizde. (Rousseau, 2011)
Gros’a göre yürüyüş, günlük bilgi bombardımanının -her gün yerine bir yenisi konulan haberler gibi- yerini doğanın dönüştürücü etkisine, sadeliğine, berraklığına ve varoluş hissine bırakıyor. Günlük hayatı, adı geçen düşünürlerden bazıları gibi tamamen terk etmesek de zaman zaman yapılan yürüyüşler varoluşumuzun neşesini yeniden keşfetmemizi sağlıyor. Kişi yürümeye başladığında, dünyanın kaygıları, çalkantıları geride kalıyor ve son dakika haberleri üzerine bilinen her şey anlamsız hale geliyor. Şimdiki anın sonsuzluğunda ve doğanın huzurunda teselli buluyor. Durmak bilmeyen haber sağanağı, aşağı çektikçe inen ama sonuna hiçbir zaman erişemediğimiz sosyal medya içeriklerinden kopup; kendini kayalar, vadiler, su kenarı ve ufuk gibi dünyanın kalıcı ve değişmeyen kollarına bırakıyor. Bu yürüyüşlerde, modern dünyada alışmış olduğumuz yorumlama, eleştirme veya analiz etme ihtiyacı duymuyoruz. Zihnimizin bitmek bilmeyen gevezeliğine kısa bir mola veriyoruz.
Tasasız havayla yıkanan başım sonsuz boşluğa çevrili, çıplak toprakta dikilirken, bütün bayağı bencilliklerim yok olur. Şeffaf bir göz yuvarlağına dönüşürüm; hiçim ben, her şeyi görürüm. (Yürümenin Felsefesi, s.54)
Kitapta adı geçen bir diğer düşünür Henry David Thoreau ile tanışmam “Walden” ile oldu. Walden Gölü yakınlarındaki kulübesinde, doğada gösterişsiz bir yaşamı ve bu süre zarfındaki deneyimlerini; harcamalar ve gelirinin tablosunu ekleyecek kadar detaylı bir şekilde aktarıyor. Bir yandan minimalizm fikrini irdeliyor ve birikim olgusunu anlamlı bir yaşam arayışı vurgusu ile eleştiriyor. Kişinin önceliklerini ve toplumsal normları sorgulayarak daha bilinçli bir varoluş arayışı sunuyor. Thoreau, transandantalist filozof ve bir doğa bilimci. “Yürümek” adlı denemesinde de yürümeyi yalnızca fiziksel bir aktivite olarak değil, doğanın güçleriyle bağ kurmaya yarayan ruhani bir çaba olarak görüyor. Doğanın vahşiliğini kucaklayan Thoreau, yürümeyi kişinin evcilleşmemiş özünü kucaklamak, toplumsal beklentilerin dışında -hatta çoğu zaman karşısında- özgürlüğü bulmak için bir yol olarak görüyor. Dolayısıyla yürümeyi modern yaşamın dikkat dağıtıcı unsurlarından kaçmak için bir soluklanma aracı olarak da gördüğünü söyleyebiliriz. Thoreau’nun yürüyüş felsefesi, materyalizme karşı canlı bir direniştir. Bireyleri tüketim kültürünün baskılarından uzaklaştırıp deneyimin yalınlığında içsel tatmini keşfetmeye yaklaştırmaya odaklanır.
Bazısı hiç yürümez; bazısı anayollarda yürür, kimileri de arsalarda dolaşır. Yollar atlar ve iş adamları için yapılmıştır. Bense yollarda pek öyle gezinmem, çünkü meyhaneye, bakkala, ahıra ya da ambara yetişme telaşında değilimdir. (Gros, 2009, s.19)
Yürümenin sadece fiziksel bir çaba değil, ruhani ve felsefi bir yolculuk, zamanın dışında ama her zaman geçerli meditatif bir deneyim olduğunu Gros; Thoreau, Nietzsche, Rimbaud ve Rousseau aracılığıyla gösteriyor. Kısacası yürüyüş felsefesi; sadelik, kendini keşfetme ve modern yaşamın kargaşasından, kirinden, tozundan kopma üzerine ilgi çekici bir bakış açısı sunuyor. Yürüme eylemi, kitabın başında Gros’un belirttiği gibi bir spor değil, bilinçli bir seçim olarak benimsendiğinde varoluşa doğru bir adım, kişinin kendisiyle ve doğanın güzelliğiyle derinden bir bağ kurmasını sağlayan sığınağımız.
Kurşundan bedenlerimiz, orada yeniden kök salacakmış gibi, her adımda düşer toprağa. Yürümek, dimdik ölmeye yapılan bir çağrıdır. (Gros, 2009, s. 161)
- Emerson, Ralph. Doğa. Kafekültür Yayıncılık, 2014.
- Gros, Frederic. Yürümenin Felsefesi. Carnets Nord, 2009.
- Thoreau, Henry David. Yürümek. Can Yayınları, 2019.
- Rimbaud, Arthur. Yüreğinin Sesinden Başka Şey Dinleme. Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017.
- Rimbaud, Arthur. Dizeler. Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, 2001.
- Rousseau, Jean-Jacques. İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökeni, İdea Yayınları, 2011.
- Nietzsche, Friedrich. Şen Bilim. Asa Kitabevi, 2003.
Kapak Görseli: Christopher Pearse Cranch, Standing on the Base Ground…I Become a Transparent Eyeball, 1836-1838.
Furkan Eryaman
Yürümenin felsefesiyle Likya yolu serüveninde tanışmış bir okuyucu olarak zihnimde açığa çıkaramadığım birçok kavramın değerlendirildiği sade ve temiz bir üslupla ifade edilmiş bir incelemeyle karşılaşmak zamanda kısa bir yolculuk yapmamı sağladı. Rimbaud ile attığım adımlar daha ilk andan itibaren yürümenin bir yerden başka bir yere varmaktan ibaret olmadığı düşüncesini olanca ağırlığı ile hissettirdi. Modern toplumdaki güncel durumla ilintilendirilmiş bu yazı belki de altını çizdiğimiz yerleri gözden geçirmek ve doğayla yeniden entegre olup gerçek anlamda yürümek için kılavuz olmalı. Yürürken ruhani sancılardan sıyrılıp, en az doğa kadar kendimizi de keşfedeceğimiz nice yürüyüşlere.
Bu eseri tadımlamış nice okurlara erişmesi dileğiyle…
Bolca teşekkür