Bu Anne Denilen Kadın da Kim?

Annemizi ne kadar iyi tanıyoruz? Ya da kendimizi? Çünkü burada “anne” sözcüğü bir doğuranı işaret etmekten ziyade; sizi, mitolojiyi, aşkı ve gündelik alışkanlıklarımızı dahi kapsayan bir kavrama dönüşüyor. İçinde bulunduğumuz toplumun (haliyle o toplumu oluşturan bireylerin) kadın ile olan sorunu, (ki bunun bir tanımama sorunu olduğunu artık kavramış bulunuyoruz) bireyin, neden bir birey olmak için gereken şartlara kavuşamadığını; eksiklikler taşıyan bir toplumun neferleri haline nasıl geldiğimizi açıklıyor.

Yanımızdaki, içimizdeki, var ettiğimiz, var edeceğimiz, önceden var edilen, kaçtığımız, umduğumuz, korktuğumuz, bizi şekillendiren anneyi tanımak için “anne arketipine” başvurmalıyız. Fakat bunun için ilk önce Jung’a ve onun “modernist akla ters ve ürkütücü gelen” yanına göz atmalıyız.

Hem kadın hem erkeğin kendisi ve birbirleriyle kurduğu ilişkinin şekillenmesinde payı büyük olan anne ne tür bir kuyudur? Bu kadın kara saçlı, uzun ve pis tır tırnaklı, irin yüzlü, bize gece yatağımızda korkudan çığlık attıran bir cadı mı yoksa ömür boyu başkalarında aradığımız sıcak bir yuva mı?

Jung, insanı “ikinci bir yaratıcı” konumuna getirmiş, ona kendini, diğerlerini ve anlamı yaratma konusunda sorumluluklar yüklemiştir. Aslında bu insanın nihai görevidir. Bunun için insan iç içeliği, ortak bilinç dışını, bütünleşmeyi kavrayabilmelidir. Çözüm yolu ise basittir; bir(eysel)-leşme sürecine giren insanın aslında bir bütünleşme sürecine girdiğini kavrayabilmesi.

Jung’un kuramını anlayabilmek ve kişinin kendi içine dönebilmesi için “bireyselleşme sürecinin aslında, bunun bilincinde olsanız da olmasanız da, Ruh’a doğru bir gelişme –büyüme ve açılma serüveni olduğunu bilmek” önemlidir. Çünkü bu bireysel keşifler aslında tek bir merkeze doğru akmaktadır. İnsanın öznel yolculuğu bir nesnel yolculuğa dönüşür. Çelişkili gibi görünen bu yorumlar; karanlığın ve aydınlığın iç içeliği olma durumu ile aynı formüle sahiptir. İnsan öznel yolculuğa çıkarken aslında özgünleşmeye başlar. Bu özgünlük farkındalığı ona madde ve zamanın nesnelliğini de gösterir ve kara delik metaforu burada devreye girer: “Her şeyi -kapsayan- genleşme, her şeyi yutar ve en sonunda her şey olur. Artık her şey bir, aynı ve mutlaktır. “

Jung, bu yolculuğumuzda görmek zorunda olduğumuz dışsal, kendini gösteren görüngelere arketip adını vermiştir. Bilinçliliğin ve deliliğin popülerliğini bir kenara bırakarak, ben-liğin zayıflığını ve sınırlılığına dikkat çekmiştir. Arketipler, sözden ayrı olarak (söz otoriterdir, eşya ve durumlar üzerinde hakimiyet kurar, anlaşılmaya karşı saplantılı ve zorlayıcıdır) imgeler ve resimlerle yan yanadır. Jung’a göre yapımız sınırlıdır ve bu sınırlar içinde kalmak zorundadır. Zihnimizi şekillendiren bu dünyaya bağlı varlıklar olduğumuz için öncelikle onu anlamalıyız. Jung’un Doğu Afrika’daki Athi ovasında yaşadığı deneyimi anlatırken kurduğu cümle bu durumu özetlemektedir: “Etrafımdaki dünya henüz başlangıçtaki sessizliği içindeydi ve var olduğunu bilmiyordu. Ve dünya işte bunu bildiğim an var olmuştu, o an olmasaydı asla var olamayacaktı. Doğa işte bu amacın peşindedir ve bu amacın insanda, ama yalnızca en bilinçlisinde gerçekleştiğini görür. Bilinçlenme yolunda atılan en küçük adım bile bir dünya yaratır.”

Arketipler, dünyayla dolayısıyla doğa ile kurduğumuz ilk deneyimlerdir ve aslında bu fikrin yaratıcısı Jung’dan ziyade Platon’dur. Onun “idea” kavramı ile Jung’un “arketip” kavramı paraleldir. Zihnimizin doğuştan boş bir levha olduğu fikrine karşı çıkan Jung, onun yeni doğan bir bebekte dahi tamamlanmış ve karışık bir yapısı olduğunu öne sürer. Bunu göremediğimiz sürece bilinç bize boş ve koca bir karanlıktan ibaret gelir ve ondan elbette korkarız.

Arketipler “can sıkıcı bir ön yargı değil aksine insan davranışlarının sadece biçimini değil, bu davranışa neden olan tipik durumu da ifade eder. Bu ‘imgelerin’ kanıtlanmıyor oluşu onu bilimsel bir sorundan alıp ruhsal bir hijyen meselesini haline getirmektedir.” Jung arketiplerin kesin olarak var olmadığını kabullensek bile onu icat etmemiz gerekeceğini iddia eder. Arketipler insanlığın ilk deneyimleridir ve onlar yok olursa ilk deneyimlerimizin gücü de yok olurdu; salt mantıklı varlıklar olarak “asıl olanı” değil “olması gerekeni” algılamaya mecbur kalırdık. Bu ise bir anlamda yoksullaşma ve eksik kalmaktır.

Anne arketipinin varlığından, gücünden uzaklaşan onu keşfetmeyen kadın ve erkekler de bu “rasyonelliğin” ve “amaçlananın” kucağında bir kurban rolündedir. Bu arketipin, aynı diğerleri gibi birçok yansıması vardır; kişisel anne, ilişki içindeki kadın, büyükanne, bilge kadın, tanrıça, Demeter, Meryem, kurtuluş arzusunun hedefi, kilise, ülke, toprak, yeraltı dünyası, doğum, bahçe, mağara, rahim, oyuk ve tencere bunlardan birkaçı. Tüm bu yansımaların anlattığı, hedeflediği veya denk geldiği stabil bir anlam yoktur. Bunlar olumlu veya olumsuz anlamlar taşıyabilir. Günümüzde, çocuk üzerindeki tüm etkilerin sorumluluğu kişisel anneye yüklenir. Oysa bunun kaynağı “anne” değil, anneye yansıtılan arketiptir. Anne ile çocuk arasına giren arketip arayı açar, korkutur ve yabancılaştırır. Bunu “anne kompleksi” olarak adlandırırız.

Vasat veya daha ileri bir düzeye sahip bilinçlerde dahi anne kompleksi hastalık veya zayıflık olarak tezahür eder. Oysa bakış açımızı genişletmeye devam edersek bu kompleksin olumlu etkilerini de görebiliriz. Kız ve erkek çocukta farklı olarak görülen bu kompleksin her ikisi de aynı ölçüde önemlidir. Erkek çocukta saf olmayan ve karışık olan anne kompleksi, kız çocuğunda saftır ve karmaşık değildir.

Anne kompleksinin yarattığı “dişiliğin aşırı güçlenmesi” sonucunda tek amacı doğurmak olan, bakmak ve beslemek içgüdüsüyle güç bulan bu kadın, kendi kişiliğini ve keşfini ikinci plana atacak, kelimenin tam anlamıyla başkası için var olacaktır. Eros’un aşırı gelişmesi sonucunu yaşayan bir kadın ise kıskandığı annesinin yanı sıra babasına aşırı düşkünlüğü sonucunda diğer insanların kişiliğini hiç önemsemeden, sansasyonel ilişkilere bağımlılık duyacaktır. Bunun bir kadını ne kadar yıpratıp yoracağını veya bilincinden uzaklaştıracağını bu durumu yaşamakta olan kadın haricinde neredeyse her kadın bilir.

Anneyle özdeşleşme sonucu Eros’un yok olması sonucunda annesinden, annelik duygusundan bununla birlikte sorumluluklardan, bağlılıklardan ve erotik arzulardan kaçan bir kadın karşımıza çıkacaktır. Ve elbette bu kadın birlikte olduğu erkeğe her seferinde “erkek olma” fırsatını verecektir. Kurtarıcısını dışarıda arayan bir kadının bilincinin keşfinden ne kadar uzakta olduğunu tahmin edebiliriz.

Anne kompleksinin bir diğer etkisi olan “anneye karşı aşırı direnç” ise tüm yaşam amacını “annesi olmamaya” adayan bir kadın yaratacaktır. Tüm dikkatini ve enerjisini “ne olmak istemediğine” veren bir kadın, elbette kendi yazgısını oluşturamayacaktır.

Şimdi karanlığın ve aydınlığın iç içeliğine geri dönmeliyiz. Anne kompleksi sadece olumsuz yönlerinden ibaret değildir. Aslında herhangi bir arketip “olumlu” veya “olumsuz” olmakla ilgilenmez. Bir insanın arketiple özdeşleşmesi sonucunda doğan dehşet; arketiple özdeşleştikçe bilinçten uzaklaşılmasından kaynaklanır. Jung bu durumu “rasyonel olan irrasyonel olanla, amaçlanan da verilmiş olanla dengelidir” diyerek basitçe anlatır. Birey arketipin yansımalarını çözmeli ve kaybedileni geri almalıdır.

Anne kompleksinin oluşturduğu olumlu yönlerin sonucunda tüm insanlık tarihinin kutsal saydığı anne imgesi doğmuştur. Bu imge; “oluşumun ve değişimin gizemli kaynağını, başlangıçları ve yuvaya dönüşü” yaratır. Aşırı gelişmiş eros; kadının erkek tarafından yaratılan gizli tehditleri içgüdüsel olarak hissetmesini sağlar. Bu durumda artık erkek, kadına “konfor” alanı gibi görünen “kısıtlamalar” sunamayacaktır. Kendinden rahatsız olan kadın kendine yönelecek ve dönüşümünü başlatacaktır. Tecrübelerinden doğan yorgunluğu en sonunda “kim olduğunu keşfetmek için” onu zorlayacaktır. Anneye karşı direnç ise kadını salt-dişilik cehennemine düşmekten kurtarır. Jung, bir kompleksten kurtulmanın yolunu o kompleksi sonuna kadar yaşamak olduğunu söyler. “Annesi ile savaşan kadın, aslında kendi benliğindeki karanlık ile savaşmakta, bilinçsizliğini yadsımaktadır.

İnsan için bilinçlenmeye giden yol çatışmaktan geçer. Karşıtları fark etmeden ve onları ayırt etmeden bilincin doğası da anlaşılamaz. Bilinçsizliği ilk günah olarak gören Jung, bilinçlenerek özgürlüğe adım atan bireyin anne katlinden çekinmemesi gerektiğini vurgular. Çünkü bilinç ancak bilinç dışının daima dikkate alınmasıyla var olabilir.


Kaynak: Carl Gustav Jung, Dört Arketip. Çev. Zehra Akarsu Yılmazer. Metis Yayınları: İstanbul 2017 (Tırnak içinde ve italik olarak yer verilen alıntıların tamamı).

Kapak Görseli: Leo Berne

Kulağına çalan, gözüne takılan her detayın önemini fark ediyor ancak sadece felsefe, psikoloji, toplumsal cinsiyet eşitliği, iletişim ve sinema hakkında yazmaya çalışıyor. İki kedi ve bir ton hikaye ile büyüyor.

Yoruma yanıt