Nietzsche ve Dostluk
Nietzsche’nin yazım tarzı, onu ister istemez farklı farklı temalara, tekrar tekrar döndürüp duruyordu. Merhamet, evlilik, ahlak, intikam, kahkaha, yazarlık, bunlardan yalnızca birkaçı. Parçalı bir yazma stiline sahip olması, yani ele aldığı konuyu nihai bir sonuca bağlamamaktaki ısrarı, ister istemez yazısını tematik tekrarlarla doldurup taşırıyordu. Bu açıdan Nietzsche’nin, kitabından kitabına, bütün bir külliyatı boyunca kendi konu ve buna mukabil sorunlarını keşfettiğini de pek tabii söyleyebiliriz. Kendine has tekrarının farkını, yani tekrarındaki farkı olumlayan bir felsefeydi Nietzsche’ninki; kendi kendiyle çelişmek pahasına kendi etrafında dönen ve döne döne de kendi sınırlarını muğlaklaştıran bir felsefeydi onunki: Nietzsche’nin felsefesinde bir temayı çözümlemek demek, temanın hakikatini bulmak demek değil ama daha çok, temayı yeniden sorunsallaştırmak, temayı olduğu hâliyle başkalaştırmak, temayı el verdiğince farklı perspektiften görmek, görebilmek demektir. Nietzscheci perspektivizm ilkesidir bu: Yorumlayacaksın! Nietzsche kadar kendi kendisini yorumlayan, kendi kendisine not düşen bir felsefeci olmadığına inanıyorum.
Nietzsche’nin tekrar tekrar ele aldığı, o ya da bu ya da şu şekilde tekrar tekrar döndüğü, düşündüğü, irdelediği bir diğer tema, tematik kavram da dostluktu. Gariptir, Nietzsche’nin külliyatında en amiyane tabirle zırt pırt ortaya çıkmasına karşın, dostluk, onun felsefesi bağlamında çok da üzerine düşülmeyen bir kavramdır. Oysa ki Nietzsche’nin hem hayatı hem de felsefesinde dostluğun ayırt edici bir yeri vardı. Örneğin Richard Wagner, Peter Gast ve Lou Andreas-Salomé’la kurmuş olduğu dostluklar, onun kişiliğine olduğu kadar, felsefesine de doğrudan etki etmiştir. Hatta Nietzsche’nin Wagner üzerine dostane bir kitap (Richard Wagner Bayreuth’ta) yazmışlığı dahi vardır. Öte yandan Nietzsche’nin teorik dostlukları da vardı pek tabii; onun kimi mektuplarında Spinoza ve Schopenhauer’dan birer yakın dostmuşçasına söz ettiğini biliyoruz. (Nietzsche’nin, erken dönem felsefesinde Spinoza’yı bir dost-selef, Schopenhauer’ıysa bir dost-hoca olarak gördüğünü söylemek, yanlış olmaz.) Muhtelif dostluklarla yoğurulan, şekillenen bir felsefeydi Nietzsche’ninki; en çok da dostluktan feyz alan bir felsefeydi onunki: Nietzsche’nin düşüncesi, dostlukla arşınlanan, yani bir sürü dost tarafından kat edilmiş olan, kalabalık bir düşüncedir. Ne de güzel demişti Nietzsche vakti zamanında: “İyi bir yazarda sadece kendi tini değil, dostlarının tini de vardır.”[1] Ne kadar da haklıdır!
Hakikaten, Nietzsche, -hayatının erken dönemlerine dair notlarında dahi- kendisini dostundan ve dostunu kendisinden ayırt etmez, edemez gibidir. Kendisini dostu bilir. Ya da daha doğrusu, dostunda ve dostundan bilir. Şöyle der Nietzsche: “Zaten hakiki dostluk ancak aynı sevinç ve elemleri yaşayanlarla kurulur, zira başınızdan geçenlerin başkasının yaşadıklarına temas ettiği yerde ruhlar da birleşir ve maddi bağ ne kadar yakınlaşırsa manevisi de o kadar pekişir.”[2] Dostluk, o hâlde ikinci bir kendiliktir (self). Ya da diyelim ki kendiliğin bir uzantısıdır. Yani dostumuzu seçmekten çok, bir bakıma içimizde taşırız. Olduğumuz, dostumuz ve dostumuz, olduğumuzdur. Olmak ve dost olmak -bu açıdan- birbirinden ayrılamazdır.
Ama bu demek de değildir ki biz neysek dostumuz da tastamam odur. Kendimizi dostumuza ve dostumuzu kendimize büsbütün indirgemememiz gerekir. Ayna tutan ve ayna tutulan değildir dost, daha ziyade bağlanılan, bağ kurulandır. Dostluk, gerçekten, en çok da kurduğumuz bağların, bağlantıların çokluğu ve zenginliğiyle nitelenir. Yani yaşama dair fikirler, tutkular ne denli birse ve bir kalırsa, o denli dost olunur ve dost kalınır. Belki de bu nedenledir ki dost olduklarımızla çoğu vakit bir anda istemsiz dost oluveririz. Dost olmak için illa ki birlikte yıllar geçirmek gerekmez. Aynı ya da benzer düşünceleri, duyguları vesaire içselleştirmiş olmak, dost olmak için yeter de artar. Dostluk, en nihayetinde üzüntüden, acıdan, elemden değil ama mutluluktan, neşeden, sevinçten doğar. Dostumuzu sevdiğimiz kadar, dostumuzda kendimizi severiz. Dost olma hâli, en başta, özü itibariyle öforik bir deneyimdir. Coşkudan müteşekkildir. Ve dolayısıyla dost da birlikte üzülebildiğimizden çok, birlikte sevinebildiğimizdir. Dost, üzüntüsünden çok sevincine ortak olabildiğimizdir. Ve tabii ki, sevincimize ortak olabilendir. Nietzscheci anlamıyla dost, kendini kara günden çok, ak günde belli eder. Şöyle der Nietzsche: “Acıyı değil sevinci paylaşmaktır dost kılan.”[3] (Öyle ki evliliğin temeline dahi dostluğu yerleştirmekte tereddüt etmez Nietzsche: “En iyi arkadaş olan, muhtemelen en iyi eşe sahip olacaktır, çünkü iyi evlilik arkadaşlık yeteneğine dayanır.”[4]) Nietzscheci anlamıyla dostluk -belli ki- heveste, şevkte, heyecanda ortaklıktır, o kadar.
Ama diğer taraftan, Nietzsche’nin dostu düşmandan ayırmadığını, ayıramadığını da biliyoruz. Öyle ki Nietzsche, dostu düşmanın zıttı olarak bile görmez. (Sonuçta dostluk da düşmanlık da bir tür ortaklığa dayanır, dayanmak zorundadır. Dostumuz da düşmanımız da muhatabımızdır. Dostumuz bizi ne denli niteliyorsa, düşmanımız da o denli niteler. Yani yanımıza aldığımız kadar, karşımıza aldığımız da bizdendir ve bizimdir, bize dairdir.) Nietzsche’ye göre düşman, sanki an itibariyle yanımızda değil ama karşımızda olan bir tür dosttur. (“Yaşamını bir düşmanla savaşmaktan kazananın, düşmanın yaşamda kalmasında çıkarı vardır.”[5]) Ve dost da şu an yanımızda olan ama pek tabii karşımızda da olabilecek bir tür düşmandır. (“Konuşacak konu bulmakta sıkıntı çektiklerinde, arkadaşlarının sırlarını ifşa etmeyen çok az kişi vardır.”[6]) Nietzscheci perspektiften, denebilir ki düşmanda gizil bir dost ve dostta gizil bir düşman her daim bulunur.
Nietzsche’nin salık verdiği, sanki dostta düşmanı ve düşmanda dostu görmeye çalışmaktır. Kısacası, dostumuza olan sempatimiz ve düşmanımıza olan antipatimiz, her ikisini de olduğu hâliyle görmekten bizi mahrum bırakabilir. Yani Nietzsche’ye kalırsa, düşmanı fazlasıyla ve dostu eksiğiyle görmek, aslen her ikisini de olduğu hâliyle görmek demektir. Belki de bu nedenle şöyle der Nietzsche Zerdüşt’ün ağzından: “Bilginin insanı yalnızca düşmanlarını sevmek zorunda olmakla kalmayıp, dostlarından da nefret edebilmelidir.”[7] Hiçbir dost yoktur ki bize zararı dokunmayacak olsun. Ve yine hiçbir düşman yoktur ki bize faydası dokunmayacak olsun. Yeter ki her ikisine de olduğu hâliyle görmeye cüret edebilelim. Yeter ki her ikisini de neyse o olarak tanımaya cesaret edebilelim. Nietzsche açısından ne ebedi dost ne de ebedi düşman vardır. Yalnızca hem dostları hem de düşmanları olan, ama ne dostu ne de düşmanının boyunduruğu altında kalan, düşmanlarında dostlarını ve dostlarında düşmanlarını bulmayı bilen ve böylelikle dostlarından öğrendiği kadar, düşmanlarından da pek tabii öğrenen Nietzscheci özgür ruh (freigeist) vardır.
Nietzsche’de dostluk da düşmanlık da kendini tanımanın ve en nihayetinde de kendini aşmanın (self-overcoming) zorunlu ve devamlı uğraklarıdır. Dostumuz olmadan düşmanımızı ve düşmanımız olmadan da dostumuzu tanıyamayız. Zamanla dostumuz değişir, düşmanımız da ve tabii ki onlarla beraber biz de değişiriz. Nietzsche’nin kendi hayatında da neredeyse her dostu düşmanı hâline geldiyse eğer, bunun nedeni onların düşmanı olacak, onlarla olan dostluğuna ihanet edecek kadar onlara ve kendine karşı dürüst davranmış olmasıdır. (“Dostlar arasında samimiyet eksikliği, iflah olmaz hale gelmeden kınanamayacak bir hatadır.”[8]) Bu açıdan Nietzsche’nin hararetli düşmanlığını bile sadık dostluğunun bir sonucu olarak görmek lazım. Wagner’i bir zamanlar dostu, belki de en yakın dostu bilmeseydi iki kitabında (Wagner Olayı ve Nietzsche Wagner’e Karşı) birden, üst üste sayıp sövebilir miydi ona ve müziğine? Ve yine bir zamanlar derinlemesine okumamış ve hayran olmamış olsaydı Schopenhauer’a, Güç İstenci’nde batı nihilizminin felsefede vardığı en nihai nokta olarak görüp lanetleyebilir miydi onu ve külliyatını? Ya da Spinoza’yı kendi selefi olarak görmemiş olsaydı bir vakit, yine Güç İstenci’nde Hristiyanlığın bir tür felsefi mutasyonu olarak görüp yerebilir miydi onun düşüncesini? Sorun şu: Gerçekten sevmeyen, gerçekten nefret edebilir mi? Kierkegaard dahi, İroni Kavramı’nda nefretin başarısızlığa uğramış sevgi olduğunu söylemiyor muydu?
Ama nitekim, Nietzsche’ninkini temelde hasmane değil ama dostane bir felsefe olarak görmek gerekir. Nietzsche’de her dost bir düşman kılınsa, her dosttan bir düşman çekip çıkarılsa dahi bu böyledir. Dostunda düşmanını görmenin, görebilmenin -evet, bunun- en samimi, en hakiki dostluk olacağını söyler sanki Nietzsche: Ona kalırsa, dostu düşman bilecek, bilebilecek kadar dost olmak, gerçekten dost olmaktır. Dostunu neyse o olarak tanımak ve sevmek, sevmiş olmaktır. En nihayetinde arta kalan düşmanlık değil, düşmanlıkta dahi dostluktur. Çünkü işte şöyle şakıdı Dionysos: “Güzeldir, birlikte susmak, / Daha da güzeldir, birlikte gülmek, — / Gökyüzünün ipek örtüsü altında / Yaslanarak yosuna ve kayına / Sevimli kahkahalar atmak dostlarla / Ve beyaz dişlerini göstermek.”[9]
[1] Nietzsche, Friedrich (Şubat, 2015). İnsanca, Pek İnsanca, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 135.
[2] Nietzsche, Friedrich (Ağustos, 2019). Otobiyografik Yazılar ve Notlar, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, s. 12.
[3] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 290.
[4] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 235.
[5] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 296.
[6] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 216.
[7] Nietzsche, Friedrich (Aralık, 2007). İşte Böyle Dedi Zerdüşt, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 103.
[8] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 210.
[9] Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, s. 337.
Kapak Görseli: Edvard Munch “Friedrich Nietzsche” (1906) © Munch Museet, Oslo, Norway/Bridgeman Images