Spinoza ve Kıskançlık

Spinoza ve Kıskançlık

Duyguları ele alışı söz konusu olduğunda, Spinoza’nın çokça eleştiriye maruz kaldığını biliyoruz. Genel kanının aksine Spinoza, duyguların rasyonel bir temeli olduğunu düşünüyordu. Yani duyguların da pek tabii anlaşılabilir, açık bir nedeni olduğuna inanıyordu, yeter ki anlamayı deneyelim. Ona kalırsa, hiçbir duygu –evet, hiçbir duygu– öyle kendi kendine doğamazdı. Kendinde ve kendi için bir duygu yoktu. Her duygu, o duyguyu taşıyan insanla, o insanın gücü ve güçsüzlüğüyle yakinen ilgiliydi. Duygular, rastgele oluşan şeyler değildi. Onlar bizim başımıza gelen şeyler olduğu kadar, bizim ürettiğimiz, mümkün kıldığımız şeylerdi. Şöyle diyordu Spinoza: “Öyleyse kendi kendine meydana geldiği düşünülen nefret, öfke, kıskançlık gibi duygular da, bütün diğer tekil şeyler gibi, aslında doğanın zorunluluğundan ve kudretinden kaynaklanmaktadır.”[1] Spinoza’nın kastı, mutlak bir zorunluluk, umarsız bir şartlanmışlık değil ama insanın duygular (affectus) ve duygulanımlarla (affectio) sürekli katedilen ve tam da bu yolla durmadan değişip dönüşen doğasının mümkün kıldığı zorunluluktur. Basitçe ifade edecek olursak, eğer ki bir duyguyu hissediyorsak, o duyguyu alımlayacak ve tabii ki o duyguyu mümkün kılan duygulanımdan –yani o duyguyu yaratan etkenden– etkilenecek bilişsel temeli de önceden hazırlamışızdır. Spinozacı duygu düsturudur bu: Kötü duygu vardır belki ama yanlış duygu yoktur, her duygunun doğru ve haklı bir temeli vardır.

Spinoza’ya kalırsa, aslında sadece iki tür duygu vardır.[2] İlki, neşedir. İkincisi, kederdir. Diğer tüm duygular, az ya da çok, bu duyguların, duygulanma hâllerinin kipleridir (modus). Diyelim ki tüm duygular, neşe ve kederin yeğinlikleridir. Eğer ki bir duygu, eyleme ve var olma gücümüzü (conatus) artıyorsa, neşenin bir varyasyonu olacaktır. Yok, artırmıyor, azaltıyorsa, kederin bir varyasyonu olacaktır. Spinoza için duygularla ilgili mesele bu denli basit ve nettir. Onlar bizi yapıp etmekten, var olmaktan, yani eyleme gücümüzün sürekli bir artışıyla var oluşta sürüp gitmekten ya alı koyar ya da bizi ona sevk eder. Bu anlamıyla duygular, Spinoza için, –onun açıkça yaşamcı (vitalist) bir filozof olduğunu düşünecek olursak– büyük bir öneme sahiptir. Spinoza’nın, Ethica’nın iki tam bölümünü duygulara ayırmış olması boşuna değildir. Bu bölümler sadece duyguları ele almakla, incelemekle kalmaz ama onların doğalarını ve dolayısıyla hangi koşullarda ve ne şekillerde ortaya çıktıklarını da neredeyse kusursuz bir şekilde açıklar. Spinoza, duyguları açımlar ama iyi bir nedenle yapar bunu: Gücümüzü ve güçsüzlüğümüzü anlamamız, kendimizi daha iyi tanımamız, tanıyabilmemiz için…

Spinoza’nın kılı kırk yaran duygu analizleri, onu hazin bir tespitte bulunmaya yöneltmişti: İyicil bir nitelik atfettiğimiz çoğu duygu, özünde kötücüldür. Kötücülden kasıt, Spinoza için, x duygusunun acizlikten doğduğu ve acizliği beslediğidir. Dolayısıyla kötücül bir duygu, hem doğumu hem de var oluşu itibariyle bir tür yetersizlikten, güçsüzlükten müteşekkildir. Bu tip bir duygu eyleme gücümüzü, kudretimizi azaltır. Acizlikten doğan duygu, tutku hâlini alır. Ve taşıyıcısını kasıp kavurur. Etken değil, edilgen duygulardır bunlar. Ve var oldukları müddetçe de öyle kalırlar. Spinoza’ya kalırsa, kıskançlık denen duygu da bunlardan biridir.

Ethica’da kıskançlıkla ilgili şöyle der Spinoza: “Kıskançlık başlı başına bir nefrettir, yani kederdir; şöyle dersek kıskançlık insanın etki gücünü ya da çabasını kısıtlayan bir duygudur.”[3] Kıskançlık, bir nefrettir. Çünkü en nihayetinde kıskanılan insanın kederinden neşe ve pek tabii neşesinden de keder duymaya götürür.[4] (Bu anlamıyla kıskançlık, tohum hâlindeki hasetten başka bir şey değildir.) Oysa ki sevgi duyduğumuz insanın neşesinden neşe duyarken, kederinden de keder duyarız. O hâlde yalnızca sevmediğimiz, yani bizi şu ya da bu şekilde kederlendiren insana karşı bir kıskançlık hissedebiliriz. Sevdiğimize imreniriz belki ama sevmediğimizi kıskanırız. (İmrenmenin kıskanmadan farkı, imrendiğimiz kişiye sevgi duyarken, yani onunla sevgi temelli bir ilişki kurarken; kıskandığımız kişiye nefret duymamız, yani onunla nefret temelli bir ilişki kurmamızdır.)

Spinoza, ancak sevmediğimiz insanı kıskandığımızı söyler. Oysa bugün, ancak sevdiğimiz insanı kıskandığımızı söylüyoruz. Hatta, kıskançlığı sevginin başlı başına bir belirtisi olarak görüyoruz. Kıskanmıyorsak, sevmediğimizi; kıskanılmıyorsak, sevilmediğimizi düşünüyoruz. Düşünüyorum da Spinoza olsa, kesinkes şöyle derdi: “Nefreti sevgiyle karıştırıyorsunuz. Sevgiyi nefrete buluyorsunuz. Üzgünüm ama, hiçbir şey anladığınız yok.” Oysa aslında, birini bir başkasından kıskanmamız, hem kıskançlığımızın kaynağı olan kişiye karşı duyduğumuz sevgisizliği hem de sevdiğimizi düşündüğümüz kişiye karşı duyduğumuz güvensizliği gösterir. Bu açıdan kıskanan, hem sevme yoksunu hem de özgüvensizdir. Spinoza da kuşkusuz böyle düşünüyordu ama bunu en net dile getiren, Descartes’tı: “Aynı şekilde karısını kıskanan bir adamı da ayıplarız, çünkü bu onun karısını gerektiği gibi sevmediğinin ve hem kendisine hem de karısına iyi hisler beslemediğinin bir işaretidir. Karısına gereken sevgiyi göstermediğini söylüyorum, çünkü ona karşı gerçek bir sevgi beslemiş olsaydı, ona asla güvenmemezlik etmeyecekti. Ama bu adamın sevdiği, karısı değil ki, sadece tek başına sahip olduğunu sandığı bir nimet. Zaten kendisinin bu nimete layık olmadığına ve karısının da sadakatsiz olduğuna kanaat getirmemiş olsaydı, onu kaybetme endişesi de duymayacaktı.”[5] Nitekim, ironiktir de bu: Kişinin sözde sevdiğini kıskandığı kişinin, aslen kendisinden başka biri olmadığını imler. Kıskanan, sözüm ona sevdiğini kendi kendisinden kıskanır. Üçüncü bir şahıstaysa, olsa olsa sevgisizliğine ve güvensizliğine bir temel bulur, o kadar.

İşin garibi, ancak ortaklığımız olan, yani ortak bir paydaya sahip olduğumuz bir kişiyi kıskanmamızdır. Der ki Spinoza: “Bu durumda insanın arzusunun kısıtlanması, yani insanın kendisine benzemeyen birinde herhangi bir meziyet gördüğü için kederlenmesi mümkün değildir, dolayısıyla insanın bu şekilde başkasını kıskanması da mümkün olmayacaktır; kıskanması için karşısındakinin ancak kendi doğasından olduğunu düşünmesi gerekir.”[6] Bundan kasıt, doğamızla, yani yapıp ettiklerimiz ve arzuladıklarımızla benzeşmeyen bir doğaya sahip olduğuna inandığımız bir insanı kıskanmamızın mümkün olmamasıdır. Kıskanırız, çünkü kıskandığımız kişiyle aynı doğadan olduğumuza inanırız. Yani onunla aynı şeyi arzuladığımızı düşünürüz. Bu anlamıyla kıskançlıkta bile bir tevazu vardır.[7] Kıskanan, kıskandığıyla aynı doğaya sahip olduğunu –çoğu zaman farkında olmasa da– peşinen kabul etmiş olur.

Öte yandan kıskanan, kıskandığı kişide kıskandığı şeyi ona özgü olarak algılamaz. Eğer öyle algılasaydı, kıskanacak bir şeyi de olmazdı. Çünkü o kişinin kendine özgülüğünü, kişisel anlamdaki saf farkını kabul etmiş ve olduğu hâliyle bilmiş olurdu. Öyleyse kıskanan, ancak kıskandığı kişide kıskandığı şeyin salt o kişiye özgü olmadığını düşünmesi hâlinde o kişiyi, yani kıskandığı kişiyi kıskanabilir. O hâlde kıskanan, halihazırda kıskanması itibariyle kıskandığı kişinin tekilliğini anlamaktan acizdir. Kıskanan, tam da kıskançlığı yüzünden kıskandığı kişiyi tekilliğinden koparır. Ve tipikleştirir. Diyelim ki, kıskançlığını bu yolla meşrulaştırır. Bu açıdan kıskananın derdi, kıskanılanla değil ama kendiyledir. Spinoza’nın da dediği gibi, kıskanan, kıskandığı kişiyle aynı doğadan olduğunu yalnızca düşünmekte kalır. Onu bilmez. Ve o kişiyi de bu nedenle sevmez. Çünkü kıskanan, kıskandığı kişiye baktıkça, yalnızca kendi eksikliğini duyumsar. O kişiyi tamlığında ve bütünlüğünde göremez. O kişide ancak kendi yoksunluğunu görür. Onun yeterliliğini, kendi yetersizliği olarak bilir.

Kıskanan, –çoğu vakit– kıskandığı kişide kıskandığı şeyi, kıskandığı kişinin de aynı şekilde arzuladığını düşünür. Yani kıskanan, kıskandığı kişideki kıskandığı şeye duyduğu özgül arzuyu, kıskandığı kişiye de doğrudan yansıtır. Diğer türlü olsaydı, kıskananın –bir şeye ilgi duymanın pek tabii farklı yolları da olabileceğini düşüneceğinden– kıskanacak ne bir nedeni, ne de bir nesnesi olurdu. Ama kıskanan, kıskanıyorsa, kıskandığı şeyi o şeye dair kendi bencil arzularından bağımsız düşünemez. Yani kıskanılan kişiyle kıskanılan şeyi birbirinden tastamam ayıramaz. Onun için kıskanılan şeyle kıskanılan kişi, bir ve tektir. Bir kişinin meziyetini kıskanan, örneğin, o kişinin meziyetiyle neyi, neden ve nasıl yaptığını tam anlamıyla anlayamasa da o kişiyi kıskanabilir. Çünkü kıskandığı, meziyetle üretilen işin tekilliğinden, eşsizliğinden çok, –ki bunu hakikaten anlayabilseydi, kıskanması da mümkün olmazdı, olsa olsa alçakgönüllü bir hayranlık duyardı– muhtemelen, meziyetin beraberinde getirdiği türlü faydalardır, diyelim ki ündür, paradır, statüdür, vesairedir. Bu açıdan kıskanan, kıskandığı neyse onu kendi arzularının tekelinde anlamadan ve bilmeden, yani kendi arzularına indirgemeksizin kıskanamaz. Dolayısıyla, kıskanılan kişiye de bu arzuları dayatmadan duramaz. Ama böyle yaptığında da –dönüşlü olarak– ne sözde kıskandığı meziyeti, ne de onun mümkün kıldığı, ortaya çıkardığı ürünü tam mânâsıyla anlayabilecektir. Ve böylelikle de acizliğinde debelenip duracaktır.

O hâlde kıskanan, ancak kendisini bir başkasıyla ortak bir payda üzerinden kıyaslaması durumunda kıskanabilir. Yani, kıskanan –öyle gözüküyor ki– kıskandığı kişiyi şu ya da bu açıdan baz almak suretiyle kendi değerini belirler. Tam da bu nedenledir ki kıskanan kişi, kıskandığı kişinin kaybından mutluluk, kazancındansa mutsuzluk duyar. Çünkü onun kaybını kazancı, kazancınıysa kaybı olarak bilir. Mutluluğunu, kıskandığı kişi ya da kişilerin mutsuzluk katsayısına endeksler. Oysa hakiki mutluluk, Spinoza’ya kalırsa, ancak kişinin özsel farkını, eşitsizliğini, yani eşsizliğini kavraması ve bilmesiyle mümkündür. Hakiki sevinçtir ki kıskançlıktan ve daha pek çok kötücül duygudan –kibir, öfke, alay, nefret– azadedir. Onları aşar. Açıkça şöyle söyler Spinoza: “Çünkü kişi kendi eylemlerini hayal ettikçe sevinci de yinelenir ve eylemlerini daha mükemmel şekilde açığa vurup bu eylemleri daha seçik şekilde hayal ettikçe sevinci artar, yani bu eylemlerini diğerlerininkinden ayırabildiği ve onları tekil şeyler olarak görebildiği ölçüde sevinci artar. Öyleyse kişi en büyük mutluluğu kendini temaşa ederken, başkalarında bulamadığı bir özelliği kendinde fark ettiğinde yaşayacaktır.”[8] Bu açıdan kıskançlık için rahatlıkla; kişiler arasındaki özsel farkın müphem bir eşitsizlik olarak görülmesi hâlinde ortaya çıkan edilgen bir duygudur, bir hezeyandır, diyebiliriz.


[1] Spinoza, Benedictus (Nisan, 2012). Ethica, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 150.
[2] Misrahi, Robert (Temmuz, 2019). Spinoza Sözlüğü, İstanbul: Otonom Yayıncılık, s. 86.
[3] Spinoza, Ethica, s. 209.
[4] Spinoza, Ethica, s. 176.
[5] Descartes, René (Mayıs, 2017). Duygular ya da Ruh Halleri, İstanbul: Alfa Yayıncılık, s. 161-162.
[6] Spinoza, Ethica, s. 209.
[7] Suhamy, Ariel (Mayıs, 2018). Spinoza ve Yaratıklar, İstanbul: Otonom Yayıncılık, s. 105.
[8] Spinoza, Ethica, s. 208.

Kapak Görseli: R. B. Kitaj “The Man of the Woods and the Cat of the Mountains” (1973)

İstanbul Bilgi Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema lisans programından mezun. Aynı üniversitede Felsefe ve Toplumsal Düşünce yüksek lisans programını tamamladı. Manifold’un editörlerinden ve iştirakçilerinden biri.

Yorum

  • Ekim 11, 2019
    yanıtla

    BBY

    Bence kıskançlık karıştırılıyor. Sende olmayanlar için başkasına beslediğin kıskançlıkla, Sevgilinin seninle yaşadığı şeyleri başkasıyla yaşama ihtimali üzerinden sevgilini uyarma kıskançlığı ayrı şeyler. Kıskançlık tek değildir, ilişkilerde bu duygu aslında kişiyi özel kılmaktır ve sana verilen değerin üzerinde bir değer verilmeyeceğini anladığın an biter. Bu güvene ulaşamadığın sürece bu duygu devam eder. Sevgilin sana ayırabileceği özel anları sana değil de gidip başka bir flört edebileceği insanla geçirmeye başlarsa kimi kıskanırsın. Sevgilini kıskanırsın çünkü onu seviyorsundur. Onun sana aitliğini hissetmek istersin. Bir de karşısındakini kıskanabilirsin çünkü senden daha güzeldir. Bu ikisini nasıl aynı duyguya atfedersin. Kıskançlık kötüdür doğru. Sevgiliye duyulan kıskançlık kötü bir duygu. Sevginize gösterdiği saygısızlıktan sinirlenirsiniz. Zaten söylendiği gibi duygu yanlış değildir. Sana kıskançlığını söndürecek güveni veremeyen şahıs yanlıştır ve kıskançlığın için seni suçlar. Güvensizlik. Yok efendim o güvensizlik ayırdığım iki kıskançlıktan, ki önemlidir, diğerine aittir. Özgüvenli biri olarak bunu ayırabilirsin. Spinoza basitleştire dursun eşsesli kelimeler gibidir kıskanmak. Biri kaz-mak tır biri kaz.

    • Ekim 11, 2019
      yanıtla

      HCÇ

      “Bence kıskançlık karıştırılıyor. Sende olmayanlar için başkasına beslediğin kıskançlıkla, Sevgilinin seninle yaşadığı şeyleri başkasıyla yaşama ihtimali üzerinden sevgilini uyarma kıskançlığı ayrı şeyler.”

      Haksız değilsiniz. Zira, birini kıskanmakla bir şeyi veyahut bir özelliği vesaire kıskanmak arasında bir nüans farkı var, kuşkusuz. Ama bir nüans farkı, yoksa bir mahiyet farkı değil.

      “Kıskançlık tek değildir, ilişkilerde bu duygu aslında kişiyi özel kılmaktır ve sana verilen değerin üzerinde bir değer verilmeyeceğini anladığın an biter. Bu güvene ulaşamadığın sürece bu duygu devam eder.”

      Kıskançlığın tek olmadığına katılamayacağım. Evet, ilişkiler -farklı oranlarda da olsa belki de her türlü ilişki- karşılıklı bir sahiplik ilişkisine dayanır, bir bakıma ben ona ve o bana sahiptir, ama buradan bu koşullarda duyulan kıskançlığın sağlıklı veyahut haklı olduğu kesinlikle çıkmaz. Ayrıca, kıskançlığın, güvene ulaşılamadığı sürece devam eden bir duygudan çok, tam da güvensizlik hâlinde ortaya çıkan bir duygu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, devamlılığı, kaynağından ayrı değil. Güvensizliğin haklılığı veyahut haksızlığıysa ayrı bir konu bana sorarsanız. Haklı bir güvensizliğe diyeceğim bir şey yok, mümkün, sonuçta insanız, ama kıskançlığın çoğu zaman haksız bir güvensizliğe dayandığını da, açıkçası, düşünüyorum.

      “Bu güvene ulaşamadığın sürece bu duygu devam eder. Sevgilin sana ayırabileceği özel anları sana değil de gidip başka bir flört edebileceği insanla geçirmeye başlarsa kimi kıskanırsın. Sevgilini kıskanırsın çünkü onu seviyorsundur. Onun sana aitliğini hissetmek istersin. Bir de karşısındakini kıskanabilirsin çünkü senden daha güzeldir.”

      Sevgilini kıskanırsın, doğru, ama bir dolayımla: Sevgilini o üçüncü şahıs üzerinden kıskanırsın. Yani, sahipliğini bölüşmek istemezsin. Ve sevgilinin yaptığı, -eğer ki bir şey yapmışsa- zaten ona duyduğun sevginin altını oyacaktır. Bunun tersi olacağını sanmıyorum. Hiç kimse kendisini altadan, arkasından iş çeviren, kıran, üzen birine sevgi duymaz, en iyi hâlde sevgisi azalır. Bahsettiğiniz haletiruhiye, -yani haklı bir güvensizliğin, diyelim ki apaçık bir aldatmanın sonucu olan bir güvensizliğin sonucu olan duygu- kıskançlıktan çok, kederle karışık bir öfke bana soracak olursanız. Evet, sevgilinizi sevdiğiniz için onu kıskandığınızı düşünüyorsunuz, ama aynı zamanda, ona sevginiz azalıyor, bocalıyorsunuz, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz, vs. Size katılmıyor değilim, ama Spinoza üzerinden konuşacak olursak, bu kıskançlıktan ziyade, haklı bir öfke olurdu, sanırım.

      “Bu ikisini nasıl aynı duyguya atfedersin. Kıskançlık kötüdür doğru. Sevgiliye duyulan kıskançlık kötü bir duygu. Sevginize gösterdiği saygısızlıktan sinirlenirsiniz. Zaten söylendiği gibi duygu yanlış değildir. Sana kıskançlığını söndürecek güveni veremeyen şahıs yanlıştır ve kıskançlığın için seni suçlar.”

      Katılıyorum. Ama yukarda da dediğim gibi, bu kıskançlıktan çok, bir öfke bana kalırsa, şahsınıza yapılan bir kötülük sonucu ortaya çıkan bir duygu yani, vs. Siz de demişsiniz zaten, sevginize gösterdiği saygısızlıktan sinirlenirsiniz, diye, evet, tamamen haklısınız. Bir eklemem olacak ama, kıskançlığın sönmesi dediğiniz şeyin, doğrudan karşı tarafın yapması gereken bir şey olması, bana kalırsa, hatalı. Sevdiğiniz birini oldukça saçma bir nedenden de -haklı nedenlere diyeceğim bir şey yok- kıskanabilirsiniz çünkü, ve bunu söndürmek için karşı taraf ne yapsa da bu sönmeyebilir, ki nitekim çoğu zaman da böyle olur. Dolayısıyla, kıskançlığın kaynağı, genellikle, -en azından bu tip bir dinamikte- kıskanılandan çok, kıskanan şahıstadır, diye düşünüyorum. Birini, bir neden uydurup kıskanmanız çok olası, sorgulanması gereken neden böyle bir duygunun taşıyıcısı olduğunuzdur, yoksa bu duyguyu kıskandığınız şahsın neden düzeltmediği değil. Ayrıca, haklı bir güvensizlikten, yani somut, apaçık bir nedenden dolayı kızdığım, öfkelendiğim, hadi diyelim ki kıskandığım biri beni suçluyorsa bu hissiyatlarımdan dolayı, bu, saçma olmakla beraber, benim o insandan daha da bir soğumamla sonuçlanır olsa olsa, o kadar.

      “Güvensizlik. Yok efendim o güvensizlik ayırdığım iki kıskançlıktan, ki önemlidir, diğerine aittir. Özgüvenli biri olarak bunu ayırabilirsin. Spinoza basitleştire dursun eşsesli kelimeler gibidir kıskanmak. Biri kaz-maktır biri kaz.”

      Diğeri dediğiniz güvensizlik, sanırım bir şeyi ya da özelliği kıskanma hâli. Evet, o zaten öyledir. Ama, sizin aksinize, ikisi arasında çok bir fark göremiyorum. Olsa olsa kategorik bir fark var. Birinde şeyi, diğerinde kimseyi kıskanırsınız. Birinin güzelliğini kıskanmak da, birini kıskanmak da, kıskanmaktır. Kıskanmanın altında hiçbir sevgi emaresi olmadığını kimse iddia etmiyor, -kıskananla kıskanılan arasında bir doğa benzerliği olduğunu iddia eden bizzat Spinoza zaten- ama kıskanmanın tastamam sevmek olduğunu da kimse iddia etmiyor. Bu yazının amacı da, bu son noktaya parmak basmaktı.

      Yorumlarınız için çok teşekkürler. Çok ama çok iyi bir noktaya parmak bastınız. Umarım az biraz fikirlerimi iletebilmişimdir.

  • Kasım 28, 2019
    yanıtla

    MS

    Burada kıskançlık duygusunu Spinoza üzerinden okuduğunun farkındayım. Bu tartışmaya ne kadar dahil olur bilemiyorum ama problemli bulduğum şeyler var. Öncelikle evet, Spinoza’nın duyguları rasyonallikle tanımlası. Yani bu yazdıklarının insanı çok idealize bir konumda tuttuğunu düşünüyorum ve bundan dolayı zaten pratikte bir karşılığı yok gibi hissediyorum. Spinoza’nın bahsettiği kıskançlık tanımında kişinin kendine ve kıskandığı kişiye dair bir sevgi eksikliği var gibi anladım. Sen de yazının devamında sevginin nefretle karıştırıldığını düşündüğünü yazmışsın. Evet, kıskançlık genel itibariyle yıkıcı bir duygu ve nefret de işin içine girebiliyor. Fakat zaten insan ilişkilerini lineer ve bir kaç hisle tanımlayabilmek çok zorken kim bu hislerin içinde barınmadığını iddia edebilir? Yani burada insanı eksiklikle tanımlamak istemiyorum fakat ilişkileri de bu kadar kapalı, tamamlanmış, steril olarak tanımlamak da başka bir sorun yaratıyor gibi hissediyorum. İnsan ilişkilerinin kusurları ortaya çıkarmaması fazlasıyla ütopik. Kişinin kendisiyle alakalı bir şeyler de söylüyor bu tabi ki. Zaten bir ilişkinin kişiye dair bir şey söylememesi olanaksız. Fakat kıskançlığı ahlaken kötü olarak tanımlamak sanki insan doğasının mükemmellikle tanımlanmasının ön kabulüyle geliyor, diye düşünüyorum. Pratikte insan ilişkilerinde yıkıcılığın devreye girmemesi çok zor. Teori pratik uyuşmazlığı gibi de bir noktada. Bir de genel olarak flörtün doğası gereği kıskançlık duygusu meydana geliyor. Bu hissi alırsak sanki flörtün oyunculuğuna ve eğlencesine dair kısımları da koparmış oluruz diye düşünüyorum. Sevginin bu kadar unified tanımlanabilmesi bir noktada sıkıcı ve durağan. Burada yazdıklarına dair bir yorum bile olmadı belki ama artık günümüzde monogaminin pek de işlememesi kıskançlık meselesini de kollektif bir hale getirdi. Bundan dolayı bunları yazma gereği duydum.

    • Aralık 3, 2019
      yanıtla

      HCÇ

      “Burada kıskançlık duygusunu Spinoza üzerinden okuduğunun farkındayım. Bu tartışmaya ne kadar dahil olur bilemiyorum ama problemli bulduğum şeyler var. Öncelikle evet, Spinoza’nın duyguları rasyonallikle tanımlası. Yani bu yazdıklarının insanı çok idealize bir konumda tuttuğunu düşünüyorum ve bundan dolayı zaten pratikte bir karşılığı yok gibi hissediyorum.”

      Bunun pratikte karşılığı eğer kıskançlığın tamamen lağvedilmesiyse, evet, bunun karşılığı reel olarak olmayacaktır. Ama mesele o değil, Spinoza kıskançlıktan tamamen arınabileceğimizi değil ama kıskançlığı bizde mümkün kılan düşüncelerden el verdiğince arınabileceğimizi iddia ediyor, o kadar. Kıskançlığı tamamen ortadan kaldırmak, bir insan için, sadece hayal olurdu.

      “Spinoza’nın bahsettiği kıskançlık tanımında kişinin kendine ve kıskandığı kişiye dair bir sevgi eksikliği var gibi anladım. Sen de yazının devamında sevginin nefretle karıştırıldığını düşündüğünü yazmışsın. Evet, kıskançlık genel itibariyle yıkıcı bir duygu ve nefret de işin içine girebiliyor. Fakat zaten insan ilişkilerini lineer ve bir kaç hisle tanımlayabilmek çok zorken kim bu hislerin içinde barınmadığını iddia edebilir?”

      Evet, bence de öyle, ve Spinoza da böyle düşünüyor. İçimizde barınmasa, kıskançlıktan söz edilemezdi. Ama içimizde barınıyor diye de, her haliyle bu duyguyu meşrulaştırmak, hele ki “bu iyi bir duygudur” diye meşrulaştırmak, tamamen saçmalık, ki Spinoza’nın analizi de bunun üzerine temelleniyor zaten. Yani, Spinoza, kıskançlıktan tam anlamıyla arınabileceğimizi düşünmüyor, ama bu nedenle de onu “iyi bir duygu” olarak nitelendirilmesinin de yersiz olduğunu gösteriyor, kendince. Spinoza’nın derdi kıskançlığın kaçınılmazlığıyla değil ama özüyle, insana yaşattığıyla, insanı nasıl bir ruh haline soktuğu ve bu ruh halinin kendisiyle, en azından en temelde bununla.

      “Yani burada insanı eksiklikle tanımlamak istemiyorum fakat ilişkileri de bu kadar kapalı, tamamlanmış, steril olarak tanımlamak da başka bir sorun yaratıyor gibi hissediyorum. İnsan ilişkilerinin kusurları ortaya çıkarmaması fazlasıyla ütopik. Kişinin kendisiyle alakalı bir şeyler de söylüyor bu tabi ki. Zaten bir ilişkinin kişiye dair bir şey söylememesi olanaksız. Fakat kıskançlığı ahlaken kötü olarak tanımlamak sanki insan doğasının mükemmellikle tanımlanmasının ön kabulüyle geliyor, diye düşünüyorum.”

      Sorun tabii ki çıktı, çıkıyor, çıkacak. Ama sorun çıkıyor diye her türlü soruna verilen her türlü tepkiyi olduğu haliyle kabul edemeyiz. Bir insanın bir insanı öldürmesi, muhtemelen bir soruna verilen bir tepkidir. Ama bu öldürme faaliyetinin kabul edilebilir olduğu anlamına gelmez. Tabii ki kıskanmakla birinin canına kıymayı karşılaştırmıyorum, ama kıskanmayı da her durumda kabullenmemiz gerektiğini de düşünmüyorum. Ki kıskançlık denen duygunun çok vahim tepkilere, olaylara, meselelere sebebiyet verdiği de aşikar. Dolayısıyla, insan tabii ki sorunlar yaşayacaktır, ama sorunlarını kıskançlıkla çözemez, olsa olsa böyle yaparak sorunu daha da kompleksleştirir. Kıskançlık, Spinoza’ya göre, kötücül bir duygu olduğu oranda, diğer kötücül duygulara da, hınca da, nefrete de, vs. kapı aralayabiliyor. Sorun, Spinoza açısından, nasıl hiç kıskanmayacağımızı bulmak değil ama insanlarla onları kıskanmayacak şekilde ilişkilenmek, ilişkilenebilmek.

      “Pratikte insan ilişkilerinde yıkıcılığın devreye girmemesi çok zor. Teori pratik uyuşmazlığı gibi de bir noktada. Bir de genel olarak flörtün doğası gereği kıskançlık duygusu meydana geliyor. Bu hissi alırsak sanki flörtün oyunculuğuna ve eğlencesine dair kısımları da koparmış oluruz diye düşünüyorum. Sevginin bu kadar unified tanımlanabilmesi bir noktada sıkıcı ve durağan. Burada yazdıklarına dair bir yorum bile olmadı belki ama artık günümüzde monogaminin pek de işlememesi kıskançlık meselesini de kollektif bir hale getirdi. Bundan dolayı bunları yazma gereği duydum.”

      Pratikte insan ilişkilerinin yıkıcılığı devreye girebilir, evet. Ama dediğim gibi, Spinoza bunlar devreye giremez demiyor, bunların devreye giremeyeceği şekilde ilişkilenme yolları, bir araya gelme, toplanma, iletişim kurma yolları bulunabileceğini söylüyor olsa olsa, ki bunun mümkün olduğu da, en az yıkıcılığın mümkün olduğu kadar aşikar. Flört ve tek eşli ilişkide tabii ki doğaları gereği bir sahiplenme olacaktır. Ve bu da bir kıskançlığa götürebilir, bunu asla yadsımıyorum, bu çok açık. Ama bundan çıkan, kıskançlığın doğal ve dolayısıyla iyi olduğu değildir, yani Spinoza açısından böyle değildir. Spinoza, kıskanmanın doğal olduğunu kabul ediyor, ama doğal olduğu için iyi olduğunu kabul etmiyor, diyebilirim. Tek eşli veyahut çok eşli meselesine gelirsek, tek veya çok olsun, bunun kıskanma denen duygunun insanda yaratacağı etkiyi çok değiştireceğini sanmıyorum. Tabii ki bu da tartışmaya açık.

      Yorumunuz için çok teşekkürler. Sorgunuzda bence fazlasıyla haklısınız. Umarım cevabım meseleyi biraz daha açmak adına işe yaramıştır.

  • Nisan 6, 2021
    yanıtla

    Damla Na

    Spoiler- Kayıp Zamanın İzinde ve Kıskançlık okuması
    Proust’un Swann’nına gitti aklım. sayfalarca nasıl kıskançlığa kendini kaptırdığı Odette’nin aslında çok beğenmediği biri hatta herhangi biri olan bir kadına kendini önce nasıl aşık ettiği ( bestecisi ve kendisi gerçek olmayan bir şarkıyla tanımlaması ve tarihi bir karakterin temsil edildiği bir tablo ile özdeşleştirmesi onu) ve ardından kıskançlıkla şekillenen onlarca zaman ki bağzısına göre burda ancak bir kaç aydan söz edilmekte fakat okuyucu için kıskançlık zamanı gibi bir değerlendirme yapılırsa yorucu ve ağır akan olarak tanımlanabilir. Kitabın en çok dikkatimi çeken kısmı hayali bir bestenin ( kitapta gerçek gibi lanse edilse de gerçekte olmayan bir piano üvertürünün) nasıl ‘aşk’ ve kıskançlıkla ilişkilendirildiği. Bu parça yok, aslında Swann Odette’nin ilgi ve alakasına sahip ama ne zamanki bu-yok-parça ile Odette’i özdeşleştirmeye başlıyor “aşkıskançlığı” yükseliyor. Yazıdaki ““Bu durumda insanın arzusunun kısıtlanması, yani insanın kendisine benzemeyen birinde herhangi bir meziyet gördüğü için kederlenmesi mümkün değildir, dolayısıyla insanın bu şekilde başkasını kıskanması da mümkün olmayacaktır; kıskanması için karşısındakinin ancak kendi doğasından olduğunu düşünmesi gerekir.”[6] ” kısmı ile bu nokta eşleştirilebilirinir. Swann sosyete mertebesinden yüksek mevkili zengin biri Odette geçimini zor sağlayan sadece sosyete de partilere katılarak ve görüştüğü kadın ve erkeklerin yardımı ile geçinen görece “alt kasttan” biri diyebiliriz. Bu şarkı ve görsel ödeşimiyle Odette aslında Swann için “kendi doğasına” daha yakın hale getiriliyor. Ardından yazıdaki “Onun yeterliliğini, kendi yetersizliği olarak bilir.” kısmı da Swann’ın Odette’i kıskanmaya başladığı kısımlarla özdeşiyor. Artık Odette Swann’nın ‘mertebesinde’ ve ayrıca bir şarkıya ve görsele sahip ve bunlar Swann’da yok. ve Swann bu olmayışın sadece kendisinin ona armağan ettiği simgelerle oluştuğunun farkına varmadan Odette’i kıskanarak ve fiili olarak da ısrarlı takipleri ve paranoyak ruh halleri ile bıktırıyor. Bunun ayılmasını kitabın sonuna doğru keşfediyoruz nitekim Swann bir süre sonra kendine şunları söyleyrek aslında bu atıfları kendisinin yaptığını kabul etmiş/fark etmiş oluyor : “hiç de tipim olmayan bir kadına harcadığım bunca zaman” .

  • Ocak 3, 2024
    yanıtla

    Melih G

    Kıskançlık ve toplum konusunda araştırıyordum… ilginç ki bu gün de Yalom’un Spinoza problemi kitabını okudum. Ordan aklıma geldi. Spinoza ve Kıskançlık’a denk gelmek de manidar oldu. Teşekkür ediyorum. Muazzam anlaşılır olmuş. Ethica’ya başlamayı düşünüyordum. O konuda da biraz cesaretlendim diyebilirim.

Yoruma yanıt