Türler Arası İlişkiler ve Alternatif Bir Dünya Hayali
İklim değişikliğinin, sosyal ve ekolojik bozulmanın etkilerini fazlaca hissettiğimiz bugünlerde mevcut düzene yöneltilen sorgulamaların ve eleştirilerin arttığını görüyoruz. Son yıllarda birçok sanatçı, kültürel teorisyen ve araştırmacı, türlerin yok olması ve biyolojik çeşitlilik kaybına ilişkin tehditler karşısında, dikkatlerini diğer türlerle olan ilişkilerimizin ve bağlılığımızın öneminin kavranmasına çevirdi. Bu ilişkilerin toplum tarafından daha iyi kavranması ve ses getirmesi, iklim krizini ilgilendiren karar mekanizmaları üzerinde etki bulma potansiyeli taşıyor. Bu bağlamda, dünya üzerindeki tüm türlerin birbirine bağlı olduğunu, diğer türler ve insanlar arasındaki karmaşık ilişkiyi ortaya koyan farklı anlatımlar yaratmak kültürel alanda önem kazanmakta.
Ekolojik ilişkileri ele alan sanat eserleri, türler arasındaki bağlantılara farklı bir bakış açısı kazandırmayı amaç ediniyor. Bu amacın altında, yaşadığımız ekolojik sorunlar göz önünde bulundurulduğunda, mevcut düzene alternatif bir dünya hayali kurma, sorgulama isteğinin de yattığını söyleyebiliriz. Bu sanatsal kaygıyı taşıyan “We Live in an Ocean of Air” projesi, türler arasındaki ilişkileri teknoloji ve sanatı birleştirerek anlatmayı amaçlayan bir VR deneyimi. Multimedya stüdyosu Marshmellow Laser Feast’in projesi olan “We Live in an Ocean of Air”, katılımcılarına sağladığı VR deneyimi sayesinde hayal gücünü harekete geçiriyor, hayvanlar ve bitkiler arasındaki simbiyotik ilişkinin hikayesini nefes üzerinden anlatıyor. VR deneyimine eşlik eden ve yer yer şekillendiren bir nefes egzersizi ile katılımcılar bulundukları mekan içindeki konumlanmalarını fark ediyor. Katılımcılardan kendi bedenlerindeki oksijen akışının bilincinde olmaları beklenirken, VR ortamındaki üç boyutlu görseller katılımcıların nefes ritmine eşlik ediyor. Bu sayede mekan ile bağlantılı bedensel bir farkındalık oluşturuluyor. VR deneyimi bu nefes egzersizi ile birlikte bizi Kuzey Amerika ormanlarına götürüyor ve bizi bu ormanlarda yer alan dev Sekoya ağaçları ile birlikte nefes almaya davet ediyor.
Deneyim sırasında bedenimiz ile ağaçlar arasındaki oksijen alışverişine tanık olurken, vücudumuzu dış dünyadan ayıran keskin sınırlar olmadığını, bedenimizin dış dünya ile her daim etkileşimde olduğunu anımsıyoruz. Havanın insan ve diğer canlılar arasındaki kurduğu bu bağ, sanat eserinde nefes egzersizi ile beraber anlatımın güçlü bir yönü olarak karşımıza çıkıyor. Bu sayede sanat eseri, insanların parçası olduğu türler arasındaki ilişki ağını katılımcılara etkili bir şekilde duyumsatmayı ve deneyimletmeyi amaçlıyor.
VR deneyimi süresince dünyayı ormandaki başka varlıkların gözünden de tecrübe etmemiz mümkün kılınıyor. Dikkatimiz ağaçların altındaki toprağa çevrilirken, burada yaşayan başka bir canlının gözünden, Pimoa Cthulhu örümceğinin gözünden dünyaya bakmaya davet ediliyoruz. Buna paralel olarak, Alman biyolog Jakob von Uexküll’ün umwelt kavramı karşımıza çıkarılıyor. Umwelt, sanat eserinin sağladığı deneyimi anlamlandırmak için anahtar bir terim olarak düşünülebilir. Cthulhu örümceğinin gözünden dünyayı algılamayı hayal ederken, von Uexküll’ün okuyucuları, bir meşe ağacı ve ağaç ile aynı ekosistemi paylaşan diğer canlıların gözünden dünyayı hayal etmeye çağırdığı, 1934 tarihli çalışmasına bir atıfta bulunuluyor. Jakob von Uexküll, A Stroll Through the Worlds of Animals and Men: A Picture Book of Invisible Worlds adlı çalışmasında, okuyucuyu diğer hayvanların dünyaları ile tanıştırıyor ve hayvanların dünyayı algılama konusundaki kapasitelerini karşılaştırdığı çalışmalarına değiniyor. Umwelt kavramı Uexküll’ün ünlü kene örneği ile daha iyi açıklanabilir. Von Uexküll, notlarında kenelerin gözleri olmadığından sadece sıcaklığa, ışığa ve memeli terinde bulunan bir bileşik olan bütirik asidin uyarısına tepki verdiğini açıklıyor. Kenelerin çevresindeki bu üç bileşiğe verdiği tepki, kenelerin çevrelerini nasıl algıladığı ve deneyimlediği hakkında, yani “umwelt”leri hakkında bize fikir veriyor. Von Uexküll, aynı ekosistemde yaşayan çeşitli türlerin aynı çevreyi farklı algılama biçimlerine sahip olduğunu öne sürerken çeşitli hayvanların çevrelerini farklı algıladığı fikrini umwelt kavramı ile ortaya koymuş oluyor. Bu sayede, Uexküll insanlar için tanıdık olmayan, alışkın olmadığımız dünyaların, yani diğer türlerin kapılarını bize aralıyor.
VR deneyimi sırasında başka türlerin dünyayı özgün algılama biçimleri olduğu düşüncesi ile baş başa kalırken diğer türlerle aramızda olan bağın hayati önemini hatırlıyoruz. Farklı türlerin gözünden dünyayı algılama hakkında daha fazla fikir sahibi olabilsek, insan ve diğer türler arasında empatinin daha fazla öne çıktığı ilişkiler kurma olanağımız olabilir miydi? Başka bir varlığın dünya algısı hakkında doğrudan bir fikir edinmemiz ya da diğer algılama şekillerini tam olarak deneyimlememiz mümkün olmayabilir. Ancak “We Live in an Ocean of Air” deneyiminden yola çıkarak, sanat ve teknolojinin duyusal deneyimlerimizi ve algısal dünyamızı değiştirme potansiyeli üzerinde durabiliriz. Sanat eserinin deneyimi ile çevremizdeki dünyayı algılama biçiminin bir değil, pek çok farklı algılama ve hareket etme biçiminden oluştuğuna tanıklık ediyoruz. “We Live in an Ocean of Air”, sanatın diğer türlerle empati kurma kapasitemizde oynayabileceği olumlu role bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.
Sanat eseri, süregelen ekolojik kriz ile ilgili bize herhangi bir öneri veya eleştiri sunmuyor. Ancak duyusal dünyamızı genişletip farklı yaşam formlarının dünyasına içgörü kazandırarak alışılagelmiş, insanı merkeze oturtan dünya görüşlerimizden sıyrılmamızı sağlamayı hedefliyor. Bu hedef ile beraber, ekolojik krizi hiçe sayan kalıplaşmış dünya görüşlerimiz, insan odaklı ve insanın çıkarları ön planda tutularak tasarladığımız sistemlere yönelik acil bir sorgulamanın gerekliliğini akla getiriyor. Bir adım ötesinde, bu sorgulama çevresinde gerçekleşmeyen alternatif bir dünya arayışının ne kadar anlamlı olabileceğini de bize düşündürüyor.
bahadır biricik
harika bir yazı…
Necmi Göçer
Elinize sağlık.
Konu çok güzel. Katkı sağlayabileceğimi düşünüyorum. İnsan yaşlandıkça hayata ve geçmişe özlemi artabiliyor. Elindekine sıkı sarılıp, en azından aynı hazzı devam ettirme çabasına giriyor. İşte kırılma noktası burada. Karar verme ve güce erişenler, yaşlandıkça ellerindekini kaybetmemek için herşeyi yapabilir oluyor. İster politik, ister ekonomik güç olsun, kimsede kalıcı olmamalı. Aksi halde değişim çok zor. Bize düşen karar mekanizmalarına girmek, değişimi sağlamak ve karar gücünü değişimi devam ettireceklere hemen devretmek. Bencillik hastalığı buna engel olmaya çalışacaktır. Bunun için de önerim, ilk kararımızı bu değişimi sağlayacak sistemi kurmak olarak verebilmek. Karar noktasında ne kadar uzun kalınırsa o kadar fazla güç zehirlenmesi olur.
Yazı için teşekkürler.