Mekan

Kamusal alanda mimarlık, özellikle 19. yüzyıldan itibaren bir kimlik inşası aracı olarak kullanılmasıyla dikkat çeker. Yapılar, ulusun kendisini nasıl görmek ve göstermek istediğini, geçmişiyle nasıl bir bağ kurduğunu ve geleceğe dair nasıl bir vizyon ortaya koyduğunu da yansıtır; iktidarın ideolojik ve politik söylemlerini mekânda görünür kılan bir araç haline gelir. Osmanlı’nın son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da bu durum farksızdır. 20. yüzyılda filizlenen ve literatürde “Birinci Ulusal Mimarlık Akımı” olarak anılan neoklasik üslup, Cumhuriyet’in

Mekânsal Dönüş ve Küresel Tarih Yazımı Son yarım yüzyılda tarihçilik, yalnızca kronolojik silsilelere ve olay dizgelerine yaslanan bir anlatı biçiminden sıyrılarak yeni kavramsal yönelimlere açıldı. Bu yönelimlerden en etkilisi, kuşkusuz mekânsal dönüş olarak adlandırılan ve tarihsel analizin merkezine “yer” ve “mekân” kavramlarını taşıyan harekettir. Kökeni coğrafya, felsefe ve sosyal teori alanlarına uzanan bu entelektüel dalga, tarihin sahnesini oluşturan mekânı edilgen, değişmez bir fon olarak değil; toplumsal ilişkiler, iktidar mücadeleleri ve kültürel temsiller içinde sürekli biçimlenen, dönüştürülen

Genel anlamıyla göç, insanın doğası gereği içinde bulunduğu koşullardan daha iyisine ulaşmak için bulundukları yerden başka bir yere gidip yerleşik olarak yaşamaya başlaması olarak tarif edilebilir. Sanayileşmeyle birlikte çok katmanlı ve karmaşık bir kavram haline gelen göç, 19. yüzyılın sonlarında Batı’da endüstrileşmiş şehirlerin artmasıyla ve buna paralel olarak ulaşım ağlarının zenginleşmesiyle farklı dinamikleri olan bir kavram haline gelmiştir. Almanya hem nasyonal sosyalizmin hem de İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımın ardından küllerinden doğmak, endüstriyel üretime hız

Fahrenheit 451, bir kitabın tutuşmaya başladığı sıcaklıktır. Kitabı, tepkimeye giren reaktif bir madde kılar. İçindeki karbonu karbondioksite, hidrojeni su buharına, kükürdü kükürtdioksite dönüştürür. Bunlar maddenin doğasına dair bazı değişmez gerçekler. Bir de insanın doğasına (varsa böyle bir şey) dair, çağlar boyu süregiden bir gerçek, bir utanç verici ritüel var: Kitap yakmak. Nedir bir kitabı şiddetli ısılarda tahripkâr değişimlere iten güdülenim? M.Ö. 200’lerde Çin Hanedanlığı niçin Konfüçyüsçü bilginlerin kitaplarını (ve bizzat kendilerini de) yaktı? 1200’lerin ortasında

Sanayileşmenin sonrasında kontrolsüzce gelişen, yaşanan ekonomik ve sosyal faktörlerle birlikte gittikçe kalabalıklaşan kentler, günümüzde çarpık, aşırı ve dengesiz kentleşme sonucu bugünkü halini aldı. Kentlerin günümüzde büründüğü bu profil karmaşık ve değişken fiziki koşullar yaratmakla beraber, kentin makro formunun ve bütününün bozulmasına da neden oldu. Küresel boyutta özellikle modernleşmenin katalizör görevi gördüğü parçalı ve plansız kentsel dönüşüm, kent merkezlerinde ve çeperinde atıl alanlar yarattı. Çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşen dönüşümün yarattığı bu atıl kalmış parsellerin kent estetiğine

Freud’un unheimlich sözcüğünü ödünç alarak konuşmak gerekirse, tekinsiz zamanlara bir yenisi daha eklendi. Son on yıl içerisinde yerinden yurdundan edilen binlerce insan evsiz bir yaşama geçerken, sınır tanımayan bir virüs evi, koruyan, kollayan, can veren kutsal bir mekâna dönüştürdü. Sıcak yuva romantizmini uzun yıllar önce kaybetmiş olan ev, yeniden birçok kişinin hikayesinin ana karakteri ve dahası kahramanı olarak sahneye çıktı. Evin hayatlarımızdaki yerini ve temsil ettiği değerleri sorguladığımız hararetli tartışmaların, uzun yazıların ardından sıcak yuva

Hundertwasser, “Los von Loos” başlıklı manifestosuna[1] ilk olarak kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vererek başlıyor. Kendisine yapılan eleştirileri şu şekilde özetliyor: Bir ressam olarak neden mimarlığa burnunu sokuyorsun? Hundertwasser’in buna verdiği cevaplardan biri buna hakkı olduğu yönünde çünkü kendisinin bir ressam olmasına rağmen öncelikle bir insan olduğunu belirtiyor. Burada Hundertwasser’in üçlü ayrımı devreye girmektedir: Bir kişinin hem yaratıcı, hem inşa eden, hem de kullanıcı olabileceği öngörüsü.[2] İkinci önemli nokta ise Hundertwasser’in yaptığı köle ve özgür insan metaforudur.