“Los von Loos” Üzerine
Hundertwasser, “Los von Loos” başlıklı manifestosuna[1] ilk olarak kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vererek başlıyor. Kendisine yapılan eleştirileri şu şekilde özetliyor: Bir ressam olarak neden mimarlığa burnunu sokuyorsun? Hundertwasser’in buna verdiği cevaplardan biri buna hakkı olduğu yönünde çünkü kendisinin bir ressam olmasına rağmen öncelikle bir insan olduğunu belirtiyor. Burada Hundertwasser’in üçlü ayrımı devreye girmektedir: Bir kişinin hem yaratıcı, hem inşa eden, hem de kullanıcı olabileceği öngörüsü.[2]
İkinci önemli nokta ise Hundertwasser’in yaptığı köle ve özgür insan metaforudur. Hundertwasser’e göre köle insan; yaşadığı yapılı çevre üzerinde herhangi bir manipülasyon imkanı olmayan insan olup, özgür insan ise bunun tam tersi yaşadığı yapılı çevre üzerinde mutlak hakimiyet kuran ve bunun sorumluluğunu alan insandır. Bu iki metafora göre insan ya özgür bir insan olabilir ya da köle olmaya mahkumdur.
Hundertwasser’in bu eleştiri için seçtiği mekanın Viyana olmasının da çok belirli sebepleri vardır. Birincisi, Hundertwasser bu eylemi ahlaki bir zorunluluk olarak görmektedir. İkinci sebep ise bu sorunların biraz da Avusturya’nın kendisinden çıkıyor oluşudur. Hundertwasser, bunu mimari bir suç olarak yorumluyor. Bir anlamda Loos’un “Süsleme ve Suç” manifestosuna karşı yapılmış bir suçlama ile karşı karşıyayız. Hundertwasser, Loos’un süslemeye karşı olan tavrını kısmi olarak onaylamakla birlikte bu amaçla yapılan mimarlığın başlı başına bir suç olduğuna işaret eder.
Loos’un tam olarak neyine karşıdır diye sorduğumuzda, Loos’un hijyen takıntısını Adolf Hitler’e benzetir. Ancak temel eleştirisi Loos’un 50 yıl sonrasını düşünemiyor oluşudur. Loos’un tarifinden dünyanın kurtulmasının mümkün olmadığını söylemektedir. Birinci olarak Hundertwasser, sanki Loos’u şiir olarak değil de reçete olarak okunabilecek bir şey yarattığı için eleştirmektedir.[3] Hitler ile olan eleştirisi de bu anlamda düşünülebilir. Hitler de toplumda bir harekete neden olmuş ve bunu iyi ya da kötü öngörememiş olabilir. Elbette Loos ile Hitler’i karşılaştırmak ilk başta çok haksız ve aşırı gözükse de sonradan düşündüğümüzde bu anlayışın toplumda neden olduğu değişimin sorumluluğu çok fazladır.
Sorumluluk konusu Hundertwasser’in özelinde çok önemli bir nitelik kazanmaktadır. Bunun iki yönü vardır; birincisi, sorumluluğunun bilincinde olmadan davranmak, ikincisi ise sorumluluğunu aşırı kullanmaktır. Hundertwasser, Loos’u sorumsuz davranmakla suçlayabilir. Ancak başka bir mimarı da sorumluluğunu abartmakla suçlayabilir. Bu tür bir mimara da Le Corbusier örneği verilebilir. Ancak temelde Hundertwasser’in karşı çıktığı durum düşüncelerinin nasıl bir etkisi olabileceğini öngörmeyerek sorumluluğu üzerinden atan bireylere yöneliktir.
Bunun yanı sıra, Hundertwasser neden bir bireyi bir yaratıcı eser yaratmışken bunun reçete olabilmesi durumuyla suçlamaktadır sorusu önemlidir. İhsan Bilgin’in makalesinde belirtilen bu ayrım belki daha çok Le Corbusier için daha uygun bir durum gibidir.[4] Çünkü Le Corbusier, her türlü ürettiği şeyi saklama ve arşivleme mantığına uygun çalışmaktadır. Buna karşılık Loos ise ürettiği şeyleri saklamaya çalışan biri değildir. Bir anlamda reçete olarak okunabilecek durumları bilinçli olarak yaratmaya çalışan asıl Le Corbusier’dir.[5] Özgür insan-köle insan paradoksu mimar için de geçerlidir. Le Corbusier ve A. Loos, mimar olarak özgür olmanın peşindedirler. Ama bu dolaylı olarak başka birilerini köleleştirmeye çalışmak olarak görülebilir.
Hundertwasser, neden Loos’a daha fazla nefret duymaktadır da başka bir mimara -örneğin Le Corbusier’ye ya da Gropius’a- o kadar hınç duymamaktadır? Bunun bir sebebi, Loos’un da Hundertwasser gibi Avusturyalı olması olabilir. Bu bir anlamda Hundertwasser’in Loos için sorumluluk duymasını açıklayabilir. Ancak kesinlikle daha suçlu ve sorumlu olan birilerini bulmak mümkündür. Asıl sebeplerden biri, Loos’un aristokrat ve burjuvaz bir yaşamın koyduğu kuralları harfiyen kabul etmesi olabilir. Bu toplumun geneli için geçerli olan ve herkesi tanımlama gücüne sahip kurallar demektir. Bireyi ancak hiyerarşi içinde varılabilecek birine dönüştürmek ve tüm toplumu ve kültürü ancak bu hiyerarşi içinde var olabilecek bir şey olarak görmesi, Hundertwasser’in asıl nefret ettiği durumu yaratıyordur.
Hundertwasser, 1908 tarihli Süsleme ve Suç manifestosundan 50 yıl sonra okuduğu Küf manifestosundan bahsederken, bu manifestonun aslında bir anlamda etkili olduğunu ve artık tüm projelerin çizim masasında çizilmediğini öne sürer. Hundertwasser, Loos’u eleştirirken ikinci bir noktaya parmak basar. Bu da Loos’un süslemeyi toptan reddetmesidir. Temelde mantığı şu şekildedir: “Süsleme gereksiz olabilir ancak tümüyle suç değildir. Daha doğrusu onları bir yapıdan uzaklaştırmak o yapıyı içten ve dürüst kılmaz.” Bu hırsızlık yapmayan bir insanın otomatikman dürüst olarak kabul edilmesi gibi bir durumdur. Nasıl bir insan sahip olmadığı bir nitelik yüzünden tümüyle pozitif özelliklere sahip olarak düşünülemezse, bir yapı da Hundertwasser’e göre süslemelerden arınmış olmakla ideal hale gelmemektedir. Hundertwasser’in Loos’da eksik olarak gördüğü şey, süslemeyi atması ama onun yerine başka bir nitelik koymamasıdır. Loos’un süsü atıp yerine koyduğu şey daha çok hermetik küplerdir.
Hermetik küplerden kasıt sınırları belli olan, esnek olmayan ve bu anlamda anıtsallaşabilecek yapılardır. Hundertwasser’in eleştirisi her türlü süsten yapıları arındırıp onun yerine sadece dik çizgileri getirmesidir. Bunun her ne kadar yeni bir şey olarak gözükse de sonuçta hermetik bir düzen oluşturduğu ve dönüştürülemeyeceği açıktır. Ancak görünürde Hundertwasser’i en rahatsız eden şey, Loos’u en az rahatsız eden şeydir. Biçimler Loos için en az esnek olan şey değildir. Loos bağlamında en az esnek olan şey, hiyerarşilere bağlı olması ve onları tekrar tekrar kurmak istemesidir. Bu ise mimarların en büyük sorumluluğu haline gelmektedir. Mimar insanların hiyerarşik düzendeki konumunu belirleyen sosyal bir aktör gibidir. Bu anlamda hiçbir şekilde esneklik gösteremeyeceği bir durum yaratmaktadır kendisi için.
Hundertwasser’in tümüyle biçimsel olarak tarif ettiği durumların, aslında düşününce kültürel bir düzene duyduğu tiksinti olduğunu anlarız. Dik çizgi ancak bunun sembolik bir dışavurumu olarak düşünüldüğünde, Hundertwasser için bir düşman haline gelmektedir. Kültürel olanla doğal olanın uyuşmazlığı, Hundertwasser için düz çizgi ve düz olmayan çizgi olarak tezahür etmektedir. Bu haliyle Hundertwasser için tanrının imgesi olmayan tek çizgi türüdür. Bu teolojik ilişki doğal olanın karşısına teolojik olanı koyduğu anlamına gelmeyebilir. Hundertwasser için düz çizgi insanın ürettiği çizgidir ve Tanrı’nın ürettiği düzene hiçbir şekilde uyum sağlamamaktadır. Bu noktada Loos’un etkisi Hundertwasser’in gözünde daha şeytani bir hal almaktadır. Çünkü tüm kültürel sorunlara biçimini veren düzeni yaratan da Loos’un ürettiği düzendir. İnsanları kıskaç halinde yok eden akıl sağlığı klinikleri de Loos’un düzeninden nasibini almıştır.
Hundertwasser’in Loos’u suçladığı diğer önemli bir nokta da bir anlamda mimari olarak biçim-işlev ilişkisine Loos tarafından -ya da diğer modern mimarlar tarafından- getirilen yorumdur. Loos’un işlev yorumu genel anlamda toplumsal işlevdir. Hundertwasser’in yorumu ise daha çok psikolojik işleve tekabül etmektedir. Örneğin Hundertwasser, Loos tarzında tasarlanan yapıları eleştirirken -özellikle de akıl sağlığı kliniklerini- bunların aslında işlevlerini yerine getiremeyecek yapılar olduklarını belirtir. Hundertwasser’e göre buralarda insanların iyileşmesi mümkün değildir. Hatta diye ekler, psikiyatri ve sağlık sigortasına rağmen.
Paradoksal olarak Loos’un işlev tarifi de psikolojik işlev tanımına denk düşmektedir. Örneğin bir evi ev yapan şey sadece fizyolojik ihtiyaçları karşılaması değil, bizi evde ve güvende hissettirmesidir. Ya da bir bankayı işlevsel kılan şey insanlara paralarının güvende olduğunu hissettirmesidir. Bir banka, müşterilerine paranız bende güvende diyebilmelidir mimarisiyle.[6] Bu işlevsel açıdan psikolojik işlevin öncelikli konuma geçirilmesidir. Ancak Hundertwasser’in iddiası Loos’un yapılarının pratikte toplumsal işlevi önemseyerek işlevsiz hale getirmesidir. Örneğin sağlık yapıları ve klinikler için Loos’un önemsediği prensip mimarlığın toplumsal yapıyı gözler önüne sermesidir. Ancak toplumsal yapıyı öngörmek bu yapıları ters bir işleve sokmaktadır. Hundertwasser’in tarifiyle bu tür yapılar insanları daha da hasta yapmaktadır. O yüzden Hundertwasser’in de belirttiği gibi intihar oranları artmaktadır. Ama bunu önlemesi gereken kurumlar, tam tersine bu sorunların asıl kaynağı haline gelmektedirler. Bu noktada da klasik analiz Le Corbusier’nin Modulor yönteminin hümanist ve insancıl bir bakış açısına sahip bir öngörü olarak görünse de (yani teoride) pratikte anti-hümanist bir sonuç oluştururlar. Bu, teoride şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir: Bir insanın çok sevdiği birine karşı sevgisini göstermek için onu sevgisiyle sıkması ve bunun tam tersi olarak sevgisini başkalarını serbest ya da özgür bırakarak gösteren insan profili. Bu profillerden ilki Le Corbusier’i temsil etmektedir (ya da Loos’u). İkinci profil ise sevgisini insanları özgür bırakma yoluyla gösteren yaklaşım. Bu noktada örnek olarak, uzunca bir süre Le Corbusier’nin asistanlığını yapmış olan Wogenscky’nin Le Corbusier’yi tarif ederken onun bazen insanları sıkma konusunda çok fazla ileriye gidebileceğini söylemesi verilebilir.[7]
Hundertwasser’in gösterme biçimi ise canlıları sevgisi ile boğmak yerine onları özgür bırakarak olmak istedikleri şekilde davranmalarını sağlamaktır. Bir yapı işlevini ancak bu şekilde yerine getirebilir. Toplumsal normatifleri dikkate almayan ya da bunları yıkmaya yönelik bir tavırdır bu. Gerçek anlamda özgür olabilmek için hiçbir düzeyde köle olmamak gerekmektedir.
Bu anlamda Hundertwasser’in Loos’a yönelttiği can alıcı eleştirilerden biri, yarattığı ve kurguladığı cinsiyetçi tavırdır. Hundertwasser’e göre, bu cinsiyetçi tavır kadınlara karşı yapılmış çeşitli haksızlıkları beraberinde getirmektedir. Uydu kentlerde yaşayan ya da Loos’un yaptığı bloklara sıkıştırılmış kadınların yaşadığı umutsuzluğun boyutlarından bahis eder Hundertwasser. Bu bireylerin yaşadığı umutsuzluk göz ardı edilecek bir durum değildir Hundertwasser için. Çünkü bu durum, o bireylerin inisiyatifleri ile belirlediği bir durum değildir. Minimum yaşama mantığı, insanların kendi seçimleri olacaksa anlamlı hale gelebilmektedir. Yani az çoktur söylemi, iktidarın bir söylemi olduğunda özgürlük olarak anlaşılamaz. Şöyle bir ayrım yapabiliriz belki: Az ile yetinmeyi seçen birinin söylemi bu açıdan “az yeterlidir” şeklinde olmalıdır. Az çoktur söylemi, çoğu noktada azlığı yani niceliği nitelikli hale getirmektir. Az yeterlidir söylemi ise fazlalıklardan kurtulma özgürlüğüdür. Burada özgürlüğün sınırı bir nicelik sorunu gibi gözükmemektedir. Yani ne az çoktur bir reçeteye dönüştürülebilir ne de az yeterlidir. Tam da reçeteye dönüştükleri nokta da niteliklerini kaybeder hale gelirler.
Hundertwasser, bu anlamda çok katı biçimde standartlaşmaya karşı bir tutum da göstermektedir. Söylemeye çalıştığı şey ise standartlaşmanın amaç olarak sunulduğu durumdur. Bu manada Hundertwasser’in şiddetle karşı çıktığı ince bir nüanstır. Standartlaşmanın her şeye verilebilecek yegane şey olma mantığına karşıdır. Ancak bu anlamda rasyonalize edilmiş bir binanın potansiyellerine temelde karşı olduğu söylenemez. Çünkü ona ihtiyacımız olduğu konusunda diğer mimarlarla hemfikirdir. Ancak bu hemfikir olma hali ‘az yeterlidir’ mottosunun sahip olduğu bakış açısından bakıldığında anlamlıdır. Çünkü rasyonalizm ve standardize edilmiş bir mantık, özgürlük için ya da özgürleşme stratejileri üretmek için bir altyapı oluşturmaktadır. Bu düzeni bozmak ve kendinin kılmak için anlamlı araçlardır. Yoksa onlara hapsolmak için ihtiyaç duyulan araçlar değillerdir. Az yeterlidir diyebilmek için arınacağımız fazlalıklardır. Yoksa bize yük olacak prangalar değil.
Hundertwasser, insanların nasıl kendi kıyafetlerini giyiyorlarsa ve buna kendileri karar verebiliyorlarsa, aynı şekilde kendi evleri konusunda da böyle bir hakka sahip olduğunu belirtir. Burada Hundertwasser, tek bir mimarın birçok insanın nasıl yaşayacağını belirleyemeyeceğini, daha doğrusu böyle bir sorumluluğu almaya yetkili olmadığını belirtmektedir. Önerdiği çözüm ise mimar olsun olmasın her ev sahibinin bu sorumluluğu kendisinin almasıdır. Bu pratikte nasıl çözümlenebilir konusunda net bir şablon olamayacaksa da Hundertwasser için bu bir varoluş problemidir. Yani ya özgür bir insan olmak söz konusudur ya da bir köleye dönme durumu söz konusudur.
Burada Hundertwasser, sadece mimarlara değil yönetmelikleri üreten ve uygulayan birimlere de eleştiri okları yönlendirmektedir. Bu aynılaştırıcı kuralların da kaldırılması gerektiğini düşünmektedir. Hatta bunun sadece duvarların içinde kalan kısımlar için değil, duvarların dışında kalan kısımlar için de geçerli olması gerektiğini düşünmektedir. Örneğin bir ev sahibi, kendi evinin dış cephe duvarının rengini değiştirme konusunda özgür olmalıdır. Bu, bir anlamda dil birliği olan bütünleştirici bir dil yerine, farklı var olma biçimlerini yan yana eşzamanlı olarak yaratmayı amaçlamaktadır. Bu bir anlamda açık mimarlığın çok erken bir tanımı gibidir.[8]
Le Corbusier, Unite d’Habitation içindeki hücreleri farklı renklere boyayarak bir anlamda aynı soruna kendince proaktif bir çözüm bulmuş gibidir. Ancak bu proaktif çözüm, mantık olarak açık mimarlığa tümüyle karşıdır. Düşününce, bu açık olma imkanını baştan sekteye uğratmaktadır. Aslında Le Corbusier, kendi yarattığı bir probleme görsel anlamda bir çözüm bulmaktadır. Katolik manastırlardan devşirerek aldığı yaşama hücrelerini farklılaştırabilmek için iç sokak üzerindeki kapıları ve balkon terasları birbirinden ayırmak amacıyla farklı renklere boyar. Bu nasıl bir kişiselleştirme yaratmaktadır sorusu bir yana, Corbusier’nin yarattığı şey yine bütünleştirici bir şeydir. Bina cephesini yaratma yöntemi, kesinlikle prensipte açık bir şey içermemektedir. Açık olma potansiyeli baştan yok edilmiştir. Ancak görünürde her hücre farklı bir renkle ifade edilerek bir nevi kişiselleştirme yaratılmaktadır. Ama bu açık-mimarlık olarak değerlendirilemeyecek kadar kapalı bir tutumdur.
Hundertwasser ise insanın erişebileceği her yüzeye müdahale edebilmeyi temel bir insan hakkı addetmektedir. Bu bir nevi insanın derisi ya da kıyafeti gibidir. Binada olan fark ise bu yapılan değişikliklerin yapının güvenliğini tehdit edebilecek seviyeye gelebilmesidir. Hundertwasser ise bunun olmaması için teknik elemanlar olduğunu ve buna izin vermeyeceklerini söyler. Burada Hundertwasser, insan ilişkilerinin de bir nevi bu süreçte devreye girdiğini düşünmektedir. Bu değiştirme ve dönüştürme eylemlerinin insan ilişkilerini dönüştürebileceğini söylemektedir. İnsanların bireysel olarak kendilerini ifade edebilme potansiyellerinin artması, bu süreci daha yaratıcı kılacaktır Hundertwasser’e göre.
Hundertwasser, eğer böyle bir özgürlük tanınmasa insanların önünde sadece iki seçenek olduğunu söylemektedir: ya köle olmaya devam etmek ya da kişisel özgürlüğü elde edebilmek için başkaldırmak. Bu konuda başkaldırma elbette idari güce karşı işleyecek bir strateji-taktik ilişkisidir. Bu anlamda Hundertwasser’in önerisi, Certeau’nun önerdiği şekliyle stratejilere karşı üretilen taktiklerden çok farklı gözükmektedir. Certeau’nun önerisi, bir güç merkezinin stratejilerine karşı üretilen yaratıcı eylemleri taktik olarak tanımlamaktadır. Her ne kadar Certeau, strateji-taktik kuramını sadece popüler kültürü anlamak ya da insanların güç rejimlerine karşı durma biçimlerini analiz etmek için üretmediyse de önerdiği kuramın genişliği, Hundertwasser’in önerdiği aktivitenin de benzer kodlarla analizini mümkün kılabilmektedir.
Bir anlamda önerdiği şeyler taktiksel davranışlar olarak görülebilir. Yani sadece reçete olarak görülebilecek aktiviteler değil, yaratıcı olarak kişiselleştirilebilecek şeyler. Kısaca özetlemek gerekirse bu eylemler şu şekildedir: boykot etmek, mimari olarak değişiklik yapmak. İlk olarak Hundertwasser, insanların bu tür insanları köleleştiren yapılara girmeyerek boykot etmesini önermektedir. İkinci taktik ise bunları değiştirmeye teşebbüs etmektir. Hundertwasser, bu noktada çıplak manifestolarından birini meşru kılmak için bu noktaya başvurur. Yaptığı iki şey vardır: Steril duvarlara siyah ve kırmızı boya dökmek ve ardından tüm kıyafetlerini çıkarmak ve bu şekilde konuşmasını yapmaya devam etmek. Bu eylemlerinin nedenini de bu steril hücrede var olmanın ahlaki hakkını kazanmak olarak belirtir.[9]
Burada Hundertwasser, önce sterilliği bozmaya çalışmaktadır boya dökerek. Bir noktada Hundertwasser, bize nasıl kıyafetlerini çıkarabiliyorsa, aynı şekilde binaya da müdahale edebileceğini belirtiyor. Yani kıyafetlerini çıkarma özgürlüğü gibi bir özgürlüktür bu. İnsanlar kıyafetlerinin kölesi olamayacağı gibi evlerinin de ya da içinde yaşadıkları mekanların da kölesi olmamalıdır. Ancak yine de çıplak kalmak kendi başına başka bir anlama da gelebilir. Çıplak kalma elbette kendi içinde radikal bir protestodur. Daha doğrusu, tüm ilgiyi üzerine çeken bir aktivite olarak görülebilir. Bir nevi savunmasız olduğunun dışavurumudur. Ancak Hundertwasser’de tam tersi bir işleve sahiptir. Hundertwasser, bir anlamda ahlaki üstünlük kurabilmek için çıplak kalmayı tercih ettiğini belirtmektedir. Ahlaki doğruculuk ya da ahlaki hak bir nevi üstünlük göstergesidir Hundertwasser için. İlk önerdiği aktivitenin bir tür devamı gibidir. Çünkü boykot eylemi bu tür yapılara girmeyi ve köle olarak yaşamayı bir nevi reddetmektir. İkinci eylem ise eğer bu tür yapılara girmek zorunda kalıyorsa bu zorunluluğu -yani köle olarak o mekanda var olduğunu – belirtme özgürlüğünü kişinin sahip olması gereken bir özgürlük olarak tarif etmektedir. Bu bir anlamda özgür olmadığını gösterme özgürlüğüdür. Soyunarak bir anlamda bu çift anlamlı aktiviteyi eşzamanlı bir biçimde yerine getirebilmektedir. Soyunmak, bu yalana alet olmayacağını gösterirken bir yandan da ahlaki üstünlüğü de ele geçirmek için maddi olan her şeyden kurtulma yoluna gitmektedir. Ahlaki üstünlük ve hak, sadece bir binanın da bir kıyafet gibi çıkarılabilir bir meta olduğunu göstermekle sınırlı değildir.
[1] Hundertwasser, Friedensreich. “Los Von Loos (‘Loose From Loos’) A Law Permitting Individual Building Alterations Architecture-Boycott Manifesto.” Hundertwasser. Erişim February 8, 2020. https://www.hundertwasser.com/en/texts/los_von_loos_gesetz_fuer_individuelle_bauveraenderungen_oder__architektur-boykott-manifest.
[2] Friedensreich Hundertwasser. “Küf Manifestosu”. içinde 20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar. İstanbul: Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı, 1991.
[3] Şiir-reçete tartışması için bkz. Bilgin, İhsan. “Serbest Plan, Serbest Cephe, Serbest Ev”. Cogito 18, sayı Bir Anatomi Dersi: Ev (1999): 144–57.
[4] a.g.e.
[5] Colomina, Beatriz. “Arşiv”. içinde Mahremiyet ve Kamusallık. Metis Yayınları, 2011.
[6] Loos, Adolf. Mimarlık Üzerine. Janus, 2014.
[7] Wogenscky, André. Le Corbusier’s Hands. Cambridge, Massachusetts, London, England: The MIT Press, 2006.
[8] Açık mimarlık kavramını Esra Akcan şu şekilde tanımlamaktadır: Mimarlık, tanımı itibariyle açıktır. Elbette her mimari yapıt kullanıcı tarafından uyarlanabilir. Ancak Akcan’a göre açık mimarlık tarifi bu değildir. Açık mimarlık ancak mimar açıklık niteliğiyle tasarım aşamasında yüzleştiğinde ya da açıklığı benimsediğinde ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında, belirsizlik ve açıklık bir projeksiyon olarak baştan ortaya konulduğunda açık mimarlıktan söz etmek mümkün olacaktır. Eco’nun tarifiyle ele aldığımızda ise açık yapıt her alımlanışında farklı yorumlanabilen eserler için geçerli bir kavramdır. Bir eserin farklı perspektiflerden anlaşılabilmesi gerekir ve buna ek olarak rezonanslar ve yankılar barındırması gerekir. — Akcan, Esra. Open Architecture: Migration, Citizenship, and the Urban Renewal of Berlin-Kreuzberg by IBA-1984/87. Birkhauser Verlag GmbH, 2018.
[9] Tam olarak söylediği şey şu aslında: “Steril duvar üzerine siyah ve kırmızı boya dökerek ve tüm kıyafetlerimi çıkarıp konuşmamı çıplak olarak vererek bu steril kafeste bulunacak ahlaki hakkı kazandım.”
Kapak Görseli: Hundertwasser (1971/72)