Aykırı Bir Dilin İktidarı

Yazarlar ve şairler hayatı eserleri üzerinden okur, gerçekliği dil üzerinden anlatır, kendi gerçeklerini yaratırlar. Metnin anlamını yazarın niyetiyle paralel düşünen ve metinde geçenleri yazarın/şairin aklından geçenler olarak yorumlayan Roland Barthes öncesi düşünceler, edebiyatta bağımsız yazar figürünün metnin önüne geçmesine ve hatta metni gölgede bırakmasına sebep oldu. Klasik yazarcı düşünceye göre yazar, metinde mutlak otoriteye sahip, okuru yönlendiren ve düşündüren kişidir. Barthes’tan sonra edebi eleştiri gerek şiir gerek düzyazı ve hatta dramada ortaya çıkan farklı türleri yazarın değil, dilin –bir başka deyişle söylemin– iktidarı bağlamında ele aldı. Değişen toplumsal koşullar edebiyat ve sanatta lirik şiir, roman, öykü, mikro öykü, şiir-metin, absürt tiyatro gibi türlerin oluşmasına zemin hazırladı. Özellikle 1960’lardan sonra yazarların yeni bir dil ve biçim arayışına girmesiyle birlikte belirli bir edebi türün iktidarından çok metnin dili ön plana çıktı. Roland Barthes’ın “yazarın ölümü” teorisini ortaya attığı 1960’lara kadar edebiyatta iktidar yazara aitken, modernitenin yarattığı kuşkucu, yazarın iktidarını sorgulayan bakış açısı metnin diline odaklanan çalışmalara yöneldi. Bu yazıda toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel olayların etkisiyle dönemsel olarak ortaya çıkan edebi türlerin farklılık göstermesi çerçevesinde Türkiye’de 1950 sonrası edebiyatta görülen yeni bir biçim ve dil arayışını inceleyecek ve edebi bir türün dil üzerindeki iktidarından çok dilin türler üzerindeki iktidarından bahsedeceğim.

Dünya edebiyat tarihinde belirli türlerin öne çıkarılması eğiliminden sözcüklerin, cümle(cik)lerin, söylemin iktidarına geçiş sürecinin ardında antik çağdan günümüze dek köklü değişimler geçirmiş birey algısı yatmaktadır. Antik ve orta çağın teolojik dünya görüşü Rönesans hümanizmiyle sorgulanmış, Romantik dönem düşünce tarzı edebiyatta ve sanatta bireyi merkeze oturtmuş, moderniteyle birlikte insanın temel değerleri kökten sorgulanmaya alınmıştır. Toplumsal olayların ve bunlara bağlı oluşan edebiyat ve sanat akımlarının evrene ve insana bakış açısında meydana getirdiği değişiklik, Türk edebiyatında da dünya edebiyatındakine paralel bir seyir izledi. Edebiyatta odak noktası toplumsal olandan bireysel olana kaydıkça, içerikten çok söylem, bir türün genel özelliklerinden çok yazarın/şairin dil kullanımı eleştirel bir önem kazanmaya başladı. 1950 sonrası Türk edebiyatında dilin iktidarına bakmadan önce dünya edebiyat tarihinde yaşanan toplumsal gerçekliklerin farklı akımları ve türleri nasıl etkilediğine, gelişen birey algısının dile yansımasına genel bir çerçeveden bakmak gerekir.

Metnin sesinin sahibi olan mutlak otorite yazar, okurun karşısına ilk olarak kutsal metinlerde çıkar. Metnin sahibi Tanrı, metni yazan ve okurla konuşan kişidir. Kutsal kitaplarla ortaya çıkan bu ‘tanrı-yazar’ olgusu sonraki dönemlerde gerek mitlerde gerek efsanelerde varlığını sürdürmüştür. Klasik dönem trajedilerinde tanrı-yazarın varlığı kader-evren-insan ilişkisinde hep hissedilmiştir. İnsanın yaşadıkları –örneğin Agamemnon’un kızı Iphigenia’yı kurban etmesi– Tanrı’nın kararıdır. Tanrı, trajedideki olay örgüsünün yazarı, trajedinin var olma sebebidir. İnsanın doğuştan günahkâr olduğu savına sahip klasik düşünce, bireyin çaresizliğinde Tanrı’yı yol gösterici olarak kabul eder. Trajedilerde arka planda konuşan kişi Tanrı’dır. Metin, Tanrı’nın sesi, yaşanan trajedi ise Tanrı’nın kurguladığı kaderdir. Kutsal kitaplardan farklı olarak, trajedilerde insanın yaşadığı acıların, savaşların, adaletsizliklerin bir nedeni ya da açıklaması yoktur. Yaptığı hatanın hata olduğunu çoğu kez fark edemeyen, etmesi durumunda ise telafi etmeye çalışan birey ve bu uğraşın beyhudeliği vardır.

İnsan doğasının bu karanlık okuması Elizabeth dönemi tiyatrosunda da devam eder. Rönesans’ın ortaya attığı hümanist değerler ve bireyci bakış açısı insanı doğuştan günahkâr gören düşünceyi değiştirmez. Elizabeth dönemi tiyatrosunu klasik Yunan’dan ayıran en temel özellik günahkâr insanın ruhunun arınabileceğine inanmasıydı. Hümanizmin ilk trajedisi kabul edilen Doktor Faustus eserinde Marlowe, oyunun ana karakterinin psikolojik açmazları üzerinden ölüm sonrası kurtuluş ve arınma temasını işler. Dönemin karakterine uygun olarak oyun yazarı bireyin karanlık yönlerini oyunda yansıtırken bir taraftan da günahlardan arınma umudunu izleyiciye sürekli hatırlatır. Hümanist düşünce tarzına göre birey aklının ve yeteneklerinin sınırını bilen, edindiği tecrübelere dayanarak insan bilgisinin sınırlı olduğunu kabul eden kişidir. Gerek Marlowe gerek Shakespeare’in trajedilerinde öne çıkarılan unsur insanın evreni ve evrendeki yerini sorgulayan bakış açısı ve onu önce bunalıma, sonra farkındalığa sürükleyen içsel yolculuğudur. Okuma-yazmanın henüz yaygınlaşmadığı 15. ve 16. yüzyıllarda tiyatro, dönemin öne çıkan edebi türü, oyun yazarı ise zaman zaman didaktizme yaklaşan yönüyle topluma –tıpkı klasik dönemde olduğu gibi– yol gösteren kişidir.

18. yüzyıl Fransız Devrimi sonrasında politik hayatın kaosundan korkmuş halk, sahnede trajik olanı değil kendisini iyi hissettirecek dramayı görmek istedi. Gitgide içine kapanan ve sokaklar yerine ev, çay odaları, kahve evleri gibi kapalı mekânlara yönelen bireyin artık okuması için elinde gazete, sahnede ise melodrama vardı. Dönem gerçekçi düzyazının ve giderek yaygınlaşmaya başlayan melodram yüklü romanın çağıydı. Hayal kırıklığı hissi ve endişeli ruh hali kendini melodrama göstermeye başlamıştı. George Steiner’a göre bu yüzyılda trajedinin yerini melodramaya bırakmasının ardında Romantik düşüncenin bireyin ruhsal ve düşünsel gelişimine önem veren iyimser bakış açısı ve yaşanan acılar karşısında toplumu tekrar ayağa kaldırma isteği vardır (117). Politik çöküş, ölümler ve devrim sonrası hayal kırıklığı tanrı(lar)dan insanlara ‘kader’ olarak gönderilmiş olaylar değil, iktidar ve güç hırsına kapılmış yönetici sınıfının hatalarının bir sonucuydu. Acı çeken halk, eleştirebilen, değişime açık bireylerden oluştuğuna göre romantizmin çizdiği portre bireyi kader karşısında çaresiz değil, sorumluluk alan, hatasını düzeltebilen kişi olarak resmediyordu. Bu dönemden başlayarak ortaya çıkan romanlarda ve Romantik dönem şiirlerinde insan sürekli bir arayış içinde ve kendini gerçekleştirme uğraşında tasvir edildi. Rönesans ve Neoklasik dönemde öne çıkan tiyatro, Romantik dönemde yerini insan ruhunu ve benliğin karanlık yüzünü ortaya çıkaran romantik şaire, Sanayi Devrimi sonrası okur sayısının artmasıyla da roman yazarına bıraktı. Eserlerde anlatılanlar artık mitolojiden, dinden ya da tarihten değil, bireyin yaşam öyküsünden esinlenerek oluşturuluyordu.

Modern çağa geldiğimizde ise dönemin açmazlarının, savaşların vahşetinin hem edebiyatın ve sanatın dilinde hem de sanatçıların dünyaya bakışlarında köklü değişimlere sebep olduğunu görürüz. Steiner’a göre Tanrı insanın gaddarlığından ve acımasızlığından öylesine bıkmıştır ki dünyayı terk etmiştir (353). Antik çağdan beri trajediler Tanrı’nın varlığına ihtiyaç duyan bir tür olagelmiştir. Tanrı’nın olmadığı bir düzende adalet bilinci, vicdan ve doğruluk gibi değerler anlamını yitirmiştir. Dönemin derin buhranı ve bireyin anlam veremediği bir dünyada kaybolmuşluğu en iyi Beckett’in ironi yüklü oyunlarında, Kafka, Sartre, Camus’nün bireyin kendisine yabancılaşmasını anlattığı romanlarda ve öykülerde vurgulanır. 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın hissettirdiği acı ve yaşanan vahşet, yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışan bireyi çaresiz bırakmış, trajedinin dili bu çaresizliği anlatmada yetersiz kalmıştır. Modern romanda ve sonraları öyküde birey yalnızdır, Tanrı tarafından terk edilmiş, inanç sistemi yıkıma uğramıştır. Bu yüzden acısını hafifletecek bir af dileme, yüzleşme, arınma sürecine giremez. Modern çağın insanı bir Raskalnikov’dur artık. İnsan acının içine hapsolmuştur.

Dünya edebiyatında modern çağın açmazlarına ve bireyin tutunamamışlık hissine en iyi örnek Ulysses’tir. Çünkü eser insanı, belirli bir tarihi ya da toplumsal olay örgüsü içinde resmetmekten çok, kendi dünyasının açmazlarında, bilinçaltında sayısız düşünceyle mücadele içerisinde gösterir. Türk edebiyatında bireyin iç dünyasını öne çıkaran benzer bir eğilimi 1950 kuşağı öykücülüğünde ve 1950 sonrası romanlarda görmek mümkündür. Günümüz öykü yazarlığının öne çıkan isimlerinden Murat Gülsoy’un da bir röportajında belirttiği gibi “kendimizi, yaşadıklarımızı, başkalarını ve dünyayı hikâyeler yoluyla kavrarız”. Hikâye anlatmak insan olarak bir varoluş meselesidir, insanın iktidara karşı kendi sesini duyabilmesidir. Türk edebiyatında 1950 sonrası görülen yeni dil ve biçim arayışlarının temelinin 1950 kuşağı öykülerinde olduğu kabul edildiğinde bu tarihten sonra üretilen eserlerde roman, öykü, şiir, tiyatro türlerinin birbiri üzerinde iktidarından çok, dönemin aykırı dilinin edebiyattaki mutlak iktidarından bahsedilebilir. Bu argümana en iyi örnek Semih Gümüş’ün Bilge Karasu okuması yaptığı “Nesir midir roman?” adlı incelemesinde görülür ki Gümüş, Karasu’nun yazdıklarını herhangi bir tür adı altında sınıflandırmadan, deneysel dil kullanımına ve yenilikçi kurguya işaret eder. Karasu’nun eserlerinin öykü, roman ya da deneme gibi adlar yerine “metin” olarak tanımlanması dilin herhangi bir türün sınıflandırmasına dâhil edilemeyeceğini gösterir (89). Bireyin dünyasının karanlık koridorlarında gezinen 1950 sonrası Türk edebiyatında iktidar bir türe ya da belirli bir yazar profiline değil, yenilikçi bir dile aittir.

Türkiye’de belirli bir türün biçim sınırları içerisinde kalmadan, dili özgün bir şekilde kullanan birçok yazar sayesinde yeni söylemlerin, yeni bir edebiyat anlayışının hâkimiyetinden söz edebiliriz. Batı’da özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan varoluşçuluk, gerçeküstücülük gibi akımlar Türk edebiyatında etkisini Ferit Edgü, Sait Faik Abasıyanık, Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener, Ülkü Tamer, Leyla Erbil gibi yazarların eserlerinde göstermeye başladı. Edebiyata nüfuz etmeye başlayan yenilikçi söylemler karmaşıklaşan hayatın içerisinde kaybolan, görülmeyen, duyulmayan bireye söz hakkı tanıdı. 1950’den başlayarak günümüze değin artarak devam eden bu eğilim, sözü geçen yazarlarla sınırlı olmamakla birlikte, farklı türde eserlerde sıklıkla vurgulanan bir arayışa işaret eder. Düzyazıda, şiirde ve tiyatroda karakterler bir türlü arayış içerisinde olan bireyi temsil eder. Aranan, kimi zaman geçmişle kopan bir bağ, bazen geleceğe olan inanç, kimi zaman da şimdiki zamanın içindeki ‘ben’dir. Birey yaşadıklarını anlamaya, duygularını tanımlamaya, amaçlarını belirlemeye çalışırken karşısında kendine yabancılaşmış bir benlik bulur. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında Franz Kafka’nın K karakterine benzer bir kaybolmuşluk hissi yaşayan C karakterinin iç dünyası, eserin dilinin sadeliğine zıt karmaşıklıkta bir psikolojik durumu ele verir. C’nin çekmeceden çıkarıp okumaya başladığı günlük de denebilecek defter okuru gözlemlenebilen dış dünyadan bir süreliğine uzaklaştırıp C’nin düşünce dünyasına taşır. Türk edebiyatının ‘kaybolmuş’ karakterlerinden bir diğeri Mehmet Eroğlu’nun Adını Unutan Adam eserindeki adsız karakteridir. Eroğlu’nun romanı bir arayış içerisinde çoğu zaman ne aradığını unutan bireyin karanlık dünyasına bir dil yolculuğudur. Ülkü Tamer’in Alleben Öyküleri’nde ortaya çıkan dil ise gerçekle masal, hayal, düş arasında bir çizgi çekmeyen bir dildir. Karakterlerin kullandığı dil efsanelerden, yöresel ağızdan beslenir ve ortaya yepyeni, kapalı anlamlılığıyla da zevk veren bir dil çıkar. 2006 yılında yayımlanan romanı Yere Düşen Dualar’da Sema Kaygusuz dilin tüm olanaklarından yararlanan bir söylem geliştirir. Kitap tür açısından roman olarak adlandırılsa da içerisinde şiir, öykü, destan gibi farklı türleri barındırmakta ve okura adeta dille oynanan bir oyun sunmaktadır. Dilde masalsı öğelere ve halk ağzına yer veren bir diğer yazar Latife Tekin’dir. İlk romanı Sevgili Arsız Ölüm’de ve ikinci kitabı Berçi Kristin Çöp Masalları’nda köyden kente göç ve gecekondulaşma gibi toplumsal sorunları toplumcu-gerçekçi bir bakış açısındansa masalı rüyayla, hayallerle harmanlayan bir dil kullanmayı seçer. Dil, Latife Tekin kitaplarında yepyeni bir gerçeklik yaratarak metnin dışında kalan gerçeği sorgulamamızı sağlar. Bir başka deyişle dil, okurun dış dünyada yaşadığı gerçeğin iktidarını ele geçirir.

Dil ile gerçeklik ilişkisini irdelediği “Öykünün Düşünsel Temelleri” adlı yazısında Semih Gümüş, “yazınsal gerçeğin” yaşadığımız gerçekten farklı olduğunu belirtir ve yazarın bu iki gerçeklik arasında yaşadığı zorluğa dikkat çeker (34). Günümüz dünyasının gerçeği 20. yüzyıl buhranlarının miras bıraktığı derin bir çaresizlik hissi ve hiçlik duygusudur. Metnin sunduğu gerçek ise benliğini gerçekleştirme sürecini sonlandıramayan bireyin konuşabildiği ve sesinin duyulabildiği bir gerçekliktir. Dil bir oyun alanıdır. Hayatın gerçeği acımasızlıkların, savaşların, vahşetin gerçeğiyse ve bu gerçeklik karşısında metnin gerçeği adıyla yeni bir gerçeklikten bahsedilebiliyorsa günümüz edebiyatında iktidar bireyin iç dünyasının sesi olan dildir.


  • Başbuğ, Cihan. “Murat Gülsoy’la Söyleşi” (19 Ocak 2011) 11 Eylül 2013. <uzunhikaye.org>
  • Gümüş, Semih. “Öykünün Düşünsel Temelleri”. Radikal Kitap (Aralık 2009): 34.
  • ——————  “Nesir midir roman?”. Milliyet Sanat 569 (Ağustos 2006): 88-89.
  • Steiner, George. The Death of Tragedy. England: Faber & Faber, 1963.

Kapak Görseli: Roland Barthes

Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu. Çalışma alanları arasında azınlık edebiyatı, toplumsal cinsiyet, mekan ve aidiyet konuları yer alıyor. 2013’ten beri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çalışıyor.

Yoruma yanıt