Mekansallığın Üretimi, Tarihçilik ve Dijital Beşeri Bilimler
Mekânsal Dönüş ve Küresel Tarih Yazımı
Son yarım yüzyılda tarihçilik, yalnızca kronolojik silsilelere ve olay dizgelerine yaslanan bir anlatı biçiminden sıyrılarak yeni kavramsal yönelimlere açıldı. Bu yönelimlerden en etkilisi, kuşkusuz mekânsal dönüş olarak adlandırılan ve tarihsel analizin merkezine “yer” ve “mekân” kavramlarını taşıyan harekettir. Kökeni coğrafya, felsefe ve sosyal teori alanlarına uzanan bu entelektüel dalga, tarihin sahnesini oluşturan mekânı edilgen, değişmez bir fon olarak değil; toplumsal ilişkiler, iktidar mücadeleleri ve kültürel temsiller içinde sürekli biçimlenen, dönüştürülen ve anlam yüklenen bir kategori olarak ele alır. Böylelikle, tarihsel anlatının tek boyutlu zaman çizelgesine ikinci bir eksen eklenmiş olur: mekânın ekseni.
Kuramsal Arka Plan: Coğrafyadan Tarihe
Mekânsal dönüşün fikrî temelleri, doğal olarak tarih disiplininin sınırlarının ötesinde atıldı. Fransız düşünür Henri Lefebvre’in La production de l’espace (Mekânın Üretimi, 1974) adlı eseri, mekânın yalnızca üzerinde hareket edilen bir yüzey değil; toplumsal pratikler, simgesel temsiller ve gündelik deneyimler arasındaki etkileşimle “üretilen” bir gerçeklik olduğunu savundu. Michel Foucault’nun 1967 tarihli meşhur konferansı “Des espaces autres” (“Başka Mekânlar Üzerine”) ise, mekânı iktidar düzenekleri ve bilgi rejimleriyle örülü bir yapı olarak kavramsallaştıran heterotopya fikrini ortaya koydu. Bu düşünsel miras, David Harvey, Doreen Massey ve Edward Soja gibi coğrafyacıların katkılarıyla genişledi; mekân, toplumsal cinsiyet ilişkilerinden küresel kapitalizmin coğrafyalarına kadar pek çok alanda ilişkisel bir perspektifle ele alınmaya başlandı. 1980’ler ve 1990’lar, bu kavramların beşerî bilimler boyunca yayılıp tarih yazımına sızdığı yıllardı. Özellikle Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) gibi teknolojiler, tarihçiler için mekânsal verilerin analitik ve görsel imkânlarını son derece cazip kıldı.
Mekânın Tarihsel Bir Özne Olarak Yükselişi
Mekânsal dönüş, tarihçilerin “nerede” sorusunu yalnızca coğrafi bir koordinat bilgisi olarak değil, tarihsel süreçlerin asli belirleyenlerinden biri olarak değerlendirmesine imkân tanıdı. Artık kentler, limanlar, sınırlar, yollar ya da kırsal peyzajlar yalnızca olayların sahnesi değil; olayların biçimlenişini doğrudan yönlendiren, hatta aktörleşen unsurlar olarak ele alınmaktadır. Bu yaklaşım, mekânın maddi özellikleriyle toplumsal ilişkiler arasındaki karmaşık etkileşimi merkeze alır. Örneğin kentler, sadece insan faaliyetlerinin mekânsal yoğunlaşma noktaları değil, aynı zamanda politik güç ilişkilerinin, ekonomik stratejilerin ve kültürel üretim biçimlerinin şekillendiği merkezlerdir. Liman kentleri, uluslararası ticaretin ve bilgi akışının düğüm noktaları olarak, kendi hinterlandlarını dönüştürürken küresel ağlara da yön verir. Sınır bölgeleri ise yalnızca iki coğrafya arasında çizilmiş çizgiler değil, aynı zamanda kimliklerin, dillerin, kültürlerin ve iktidar ilişkilerinin yeniden tanımlandığı dinamik alanlardır.
Bu perspektif, doğal kaynakların mevcudiyeti ve kullanım biçimlerini de tarihsel analizlerin merkezine taşır. Kaynakların bol olduğu ve insan eliyle kontrol altına alınıp emtia haline getirildiği bölgeler, tarih boyunca ekonomik ve politik olarak ön plana çıkmıştır. Tersine, bu imkâna sahip olmayan ya da henüz bu kaynakları küresel ekonomiye entegre etme koşullarına erişmemiş yerler ise uzun süre geri planda kalmıştır. Örneğin 20. yüzyıl öncesinde Dubai, inci avcılığı ve küçük ölçekli balıkçılıkla geçinen mütevazı bir sahil kasabasıydı. Petrolün keşfi ve küresel ticaret ağlarına dâhil edilmesi ise, mekânın ekonomik kaderini kökten değiştirerek onu küresel bir finans ve lojistik merkezine dönüştürdü.
Bölgesel Yansımalar
Mekânsal dönüşün küresel ölçekteki yansımaları, yerel tarihçilik geleneklerinin öncelikleriyle harmanlanarak farklı biçimler aldı. Mekânsal dönüş, yalnızca kavramsal bir değişim değil, aynı zamanda yöntemsel bir devrimdir. CBS, tarihsel verilerin harita tabanlı analizini mümkün kılarak nüfus hareketleri, ticaret ağları ve çatışma bölgeleri gibi olguları çok katmanlı biçimde incelemeye imkân verir. Haritalar artık tarafsız belgeler değil; iktidarın mekânda bıraktığı izler olarak okunur. Dijital haritalama projeleri ise, mekânsal tarih ile kamu arasında etkileşimli bir köprü kurar. Anglo-Amerikan tarih yazımı, çevre ve kent tarihiyle mekânsal düşünceyi harmanladı. Richard White’ın The Middle Ground (1991) adlı çalışması[1], Büyük Göller bölgesini Avrupalılar ile Yerli Amerikalılar arasında müzakere edilen bir sosyo-mekânsal alan olarak yeniden tanımlarken; William Cronon’un Nature’s Metropolis (1991) eseri, Chicago’nun kırsal hinterlandı ile kurduğu ekonomik ve ekolojik bağları çözümledi.[2] The Valley of the Shadow gibi dijital projeler, CBS teknolojisini kullanarak İç Savaş dönemini mekânsal haritalarla yorumladı.
Avrupa’da, Alman Raumgeschichte geleneği mekânsal teoriyi tarihsel coğrafya ile birleştirerek güçlü bir metodolojik damar yarattı. Fransız tarihçiliği, Lefebvre’in mirasını Annales okulunun bölgesel analiz geleneğiyle buluşturdu. Britanya’da Miles Ogborn gibi isimler, mekânsal analizleri imparatorluk ve kent tarihi bağlamında uygulayarak metropol ve sömürge mekânlarının karşılıklı biçimlenişini gösterdi. Latin Amerika’da mekânsal dönüş, postkolonyal eleştirinin ve yerli bilgi sistemlerinin analiziyle buluştu; sömürge şehirlerinin hem tahakküm hem de direniş alanı olarak haritalanması, And dağlarının coğrafyasının kozmolojik anlamlarıyla birlikte incelenmesi gibi çalışmalar öne çıktı.
Asya coğrafyasında mekânsal dönüş, özellikle sömürge haritacılığı, liman kentleri ve milliyetçi hareketlerin mekânsal örgütlenmesi bağlamında derinlemesine incelenmiştir. Matthew H. Edney’nin Mapping an Empire adlı çalışması, Britanya’nın Hindistan’daki Büyük Trigonometrik Ölçümü’nün sadece coğrafi bilgi üretimi olmadığını; aynı zamanda sömürge iktidarının mekânsal denetim ve kaynak yönetimi için kritik bir araç olduğunu ortaya koyar. Edney’e göre, liman kentleri ise sömürge ticaret ağlarının düğüm noktaları olmakla kalmamış, aynı zamanda çokkültürlü sosyal yapılar ve ekonomik hareketliliğin mekânsal biçimlerini oluşturmuştur. Singapur ve Hong Kong’un bu açıdan tarihsel ve mekânsal dönüşümleri, kolonyal ve küresel güç dinamiklerinin mekâna yansıması olarak görülür.[3]
Orta Doğu özelinde, İstanbul ve Kahire gibi kentlerin mekânsal katmanları, modernleşme ve iktidar değişimleri bağlamında yeniden değerlendirilmiştir. Osmanlı ve Türkiye tarihçiliğinde ise mekânsal dönüş henüz kavramsal olarak tartışmaya açılmadan önce bile mekânın tarihteki belirleyici rolünü fark eden araştırmacılar bulunmaktaydı. Yunus Uğur’un gözlemlerine göre, 1950 öncesinde akademik anlamda şehir ve mekân odaklı çalışmalar nadirdi. Tarihçiler, tahrir defterleri, şer’iyye sicilleri ve mühimme defterleri gibi birincil kaynakları kullanmış olsalar da, bu çalışmaların odağı daha çok sosyo-ekonomik tarih sorularına yanıt aramak olmuş; mekân ve şehir odaklılık sınırlı kalmıştır.[4] Buna karşın, mekânı sezgisel olarak ön plana çıkaran araştırmacıların başında Mustafa Akdağ gelir. Celâlî İsyanları üzerine 1963’te yayımladığı çalışmasında, Akdağ olayları yalnızca siyasi ilişkiler veya merkez-taşra gerilimi üzerinden açıklamakla kalmamış, bireylerin içinde bulundukları somut mekânsal koşulları da analizlerine dahil etmiştir. Akdağ’a göre 17. yüzyıl Osmanlı dünyasında yeni yetme medrese talebelerinin (suhteler) İstanbul’da ve diğer vilayetlerdeki köhne ve dar medrese odalarında tutunmaya çalışırken yaşadıkları bunalım, sadece “ekonomik zorluk ve gelecek kaygısı” ile açıklanamaz; söz konusu mekânların fiziksel yapısı, kalabalık, sağlıksız ve kapalı oluşu bireyin psikolojisi üzerinde doğrudan etkili olmuş ve bu da taşra ayaklanmalarına katılımın zeminini hazırlamıştır. Bu, mekânın tarihte edilgen bir fon değil, somut etkileri olan bir unsur olarak ele alındığı erken örneklerden biri olarak değerlendirilebilir.
Benzer biçimde, önce Halil İnalcık sonra da Ali Yaycıoğlu çalışmalarında mekânın ekonomik ve toplumsal süreçlere etkisini merkeze yerleştirmiştir. Karasal imparatorluklarda tarımsal verimliliğin belirli coğrafyalarda yoğunlaşması, bu alanlarda yerel güç odaklarının (ayanların) ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin başta Rumeli (Romanya) sonra da Batı Anadolu (İzmir ve Aydın) merkezlerinde tarımsal havzaların sunduğu mekânsal imkânlar, yalnızca üretim ilişkilerini belirlemedi; aynı zamanda yerel elitlerin ortaya çıkışı, askerî lojistik hatların kurulması ve devlet–toplum ilişkilerinin biçimlenişi üzerinde doğrudan belirleyici oldu.[5]
Dolayısıyla Osmanlı historiografisinde de mekânsal dönüş yalnızca “yerin deneyimlenmesi” düzeyinde değil, sosyoekonomik yapıların ve siyasi ilişkilerin mekânsal dağılımı üzerinden de tartışmaya açılmıştır. Bu örnekler, mekânsallığın Batı’da kavramsallaştırılmasından önce Osmanlı-Türkiye tarihçiliğinde sezgisel biçimde işlenmeye başlandığını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. 21. yüzyılda yayımlanmış ve alanda kült hale gelen bazı akademik çalışmalardan söz etmek gerekir: Zeynep Çelik’in The Remaking of Istanbul adlı eseri, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kentsel mekânın Avrupai bulvarlar, meydanlar ve sahil düzenlemeleri aracılığıyla dönüştürülmesini inceler. Benzer biçimde Nezar AlSayyad’ın Kahire üzerine çalışmaları, kent dokusunun Osmanlı döneminden başlayarak kolonyal ve modernist planlamayla nasıl iç içe geçtiğini ortaya koyar.[6] James Barr’ın A Line in the Sand adlı eseri, Sykes-Picot Anlaşması ve sonrasında Orta Doğu’da çizilen sınırların sadece harita üzerinde birer çizgi olmadığını; bu sınırların yerel toplulukların günlük yaşamlarını, ticaret yollarını, etnik ve dini kimliklerini derinden etkileyen mekânsal ve toplumsal dönüşümlere yol açtığını kapsamlı biçimde inceler. Barr, sınırların siyasi kararlarla nasıl şekillendiğini ve bu kararların uzun vadede bölgesel düzeni ve sosyal ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü ayrıntılı örnekler ve belgelerle ortaya koyar.[7]
Eleştirel Yaklaşımlar
Mekânsal dönüş tarih yazımına yeni ve verimli bakış açıları kazandırmakla birlikte, farklı düzlemlerde çeşitli eleştirilere de konu olmuştur. Bunların ilki, mekâna yapılan yoğun vurgunun zamansal boyutu gölgede bırakma ihtimalidir. Bazı tarihçiler mekânsal analizlerin tarihsel süreçlerin dinamik sürekliliğini geri plana ittiğini; mekânın zamanla değişen ve dönüşen ilişkiler ağı yerine statik bir kategori gibi ele alınmaya başlandığını ifade ederler. Bu nedenle mekânın tarihsel olayların zamansal bağlamı içinde ele alınması gerektiği vurgulanmaktadır.[8]
İkinci eleştiri, mekânsal dönüşün kuramsal altyapısının ağırlıklı olarak Avrupa merkezli düşünürler tarafından şekillendirilmiş olmasına yöneliktir. Bu durum Batı dışı toplumların özgün mekânsal anlayışlarının geri planda kalmasına neden olabilmektedir. Örneğin Afrika ya da Okyanusya’daki yerli toplulukların toprakla kurdukları ritüel ve kozmolojik ilişki biçimleri, Lefebvre’deki “üçlü mekân” modeline kolaylıkla tercüme edilememektedir. Dolayısıyla yerel mekânsal epistemolojilerin görünür kılınması giderek daha fazla önem kazanmaktadır.[9]
Üçüncü önemli eleştiri ise mekânın bazı çalışmalarda fazla soyutlanarak sadece bir “temsile” veya “anlatıya” indirgenmesidir. Özellikle postmodern yaklaşımlarda mekân kültürel bir metafor haline gelmiş, böylece coğrafi, ekonomik ve toplumsal gerçekliklerden koparılmış bir şekilde ele alınmıştır. Harvey’nin uyarısıyla ifade edecek olursak, sorulması gereken soru “Mekân nedir?” değil; “Farklı toplumsal pratikler mekânı nasıl kurar ve nasıl kullanır?” sorusudur. Bu nedenle mekân her zaman bağlama duyarlı biçimde ve mutlak, göreli, ilişkisel boyutlarının birbirini dışlamadan içerebildiği bir perspektifle ele alınmalıdır.[10]
Son olarak, mekânsal dönüş tartışmalarının bazı versiyonlarında mekânın siyasallaşmasına odaklanılırken, toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite gibi diğer güç ilişkilerinin mekânsal yapılar içindeki rolü yeterince görünür kılınmamıştır. Örneğin kadınların kent mekânında yaşadıkları gündelik ayrımcılıklar ya da alt sınıfların şehre erişim biçimleri birçok çalışmada tali bir unsur olarak kalmıştır.
Dijital Beşerî Bilimler bağlamında bu eleştiriler farklı bir boyut kazanır. Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) gibi araçların mekânı kesin koordinatlara dayalı nicel veriler üzerinden tanımlaması; deneyim, bellek ve aidiyet gibi niteliksel mekânsal boyutları temsil etmekte yetersiz kalması önemli bir problem olarak görülmektedir.[11] Bunun yanı sıra modern kartografyanın ulus-devlet odaklı mekân anlayışı, Batı dışı politik ve kültürel mekânsallıkların dijital ortamda “yanlış” temsil edilmesine yol açabilir.[12]
Tüm bu eleştiriler ortak bir noktaya işaret eder: Mekânsal dönüşün tarih yazımındaki yerini koruyabilmesi için mekânın yalnızca politik ve temsilî bir alan olarak değil, aynı zamanda toplumsal pratiğin çeşitli güç ilişkileriyle şekillendiği bağlamsal bir üretim zemini olarak ele alınması gerekir. Bu da hem yerel bilgi sistemlerine duyarlı hem zamansal değişimi göz ardı etmeyen, hem de nicel analizi niteliksel mekânsal boyutlarla birleştiren daha bütüncül yaklaşımların geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Sonuç
Mekânsal dönüş, tarihe yalnızca yeni bir bakış açısı değil, yeni bir boyut kazandırmıştır. Mekânın, zaman kadar belirleyici bir tarihsel kategori olduğu fikri, bugün disiplinler arası araştırmaların ortak zeminlerinden biridir. Bu yaklaşım, geçmişi anlamada coğrafyanın maddi gerçekliğini, toplumsal ilişkilerin dinamiklerini ve kültürel tahayyüllerin gücünü bir araya getiren güçlü bir perspektif sunar. Kimi zaman tartışmalı, kimi zaman ufuk açıcı olsa da, mekânsal dönüşün en temel katkısı şudur: tarih, yalnızca “ne zaman”ın değil, aynı zamanda “nerede”nin de hikâyesidir.
[1] Richard White, The Middle Ground: Indians, Empires, and Republics in the Great Lakes Region, 1650–1815 (Cambridge: Cambridge University Press, 1991), s. 102–145.
[2] William Cronon, Nature’s Metropolis: Chicago and the Great West (New York: W. W. Norton, 1991), s. 45–78.
[3] Matthew H. Edney, Mapping an Empire: The Geographical Construction of British India, 1765–1843 (Chicago: University of Chicago Press, 1997), s. 23–56.
[4] Yunus Uğur, Tarihçilikte “Mekânın Yeniden Keşfi”: Osmanlı Şehir Çalışmaları İçin Öneriler (IDEALKENT, Ağustos 2020).
[5] Ali Yaycıoğlu, Partners of the Empire: The Crisis of the Ottoman Order in the Age of Revolutions (Stanford, CA: Stanford University Press, 2016).
[6] Nezar AlSayyad, Cairo: Histories of a City (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2011).
[7] James Barr, A Line in the Sand: Britain, France and the Struggle That Shaped the Middle East (London: Simon & Schuster, 2011).
[8] Boris Michel, “The Digital Humanities and Geography’s Spatial Thought,” Geographical Research in the Digital Humanities (Bielefeld: Bielefeld University Press, 2024).
[9] Max Liboiron, Pollution Is Colonialism (Durham, NC: Duke University Press, 2021).
[10] David Harvey, “Space as a Keyword,” David Harvey: A Critical Reader, ed. Noel Castree (Malden, MA: Blackwell, 2006), 270–293.
[11] Nadine Schuurman, “Critical GIS: Theorizing an Emerging Science,” Cartographica Monograph 53 (Toronto: University of Toronto Press, 1999).
[12] Denis Wood, Rethinking the Power of Maps (New York: Guilford, 2010).
Kapak Görseli: R. B. Kitaj “Desk Murder” (1970)