#KısaÖykü: Yolculuk
Sağanak yağmurun altında, dar ve kıvrımlı bir yolun ortasındayız. Burnuma ıslak çimen kokusu geliyor. Uzun yolun ilerisinde hafif bir sis var, ondan ötesini göremiyorum. Yolun her iki yanındaki çalılar, kapalı ve yağmurlu havada aslında olduklarından daha da koyu görünüyorlar. Yağmur ve esen rüzgârdan üşüyen ellerim bisikletimin gidonunu sıkıca kavrıyor. Dönüp Sena’ya bakıyorum. Bir eli bisikletinin gidonunda, diğer eliyle yüzüne düşen ıslak saçlarını geriye doğru atarken dikkatle önüne bakıyor.
Pedalı hep aynı hızda çevirmeye çalışıyorum. Yağmurdan çamurlaşmış toprak buna en büyük engel. Varış noktamıza kırk sekiz dakika kalmış, adam gelmiştir bile belki. Bir gözüm hep saatimde. Bisikletimin her iki yanından sarkan bagajlar, tekerlekler derin bir çamura girdiğinde dengemi hafifçe bozuyor. Beklediğimden fazla zorlanıyorum. Sena da hızlı hızlı nefes alıyor. Sık sık dönüp ona bakmamalıyım, tempolu gidebilmemizin tek yolu bu. Sağ tarafta, çalıların arasında kahverengi bir köpek yürüyor. Bir tepki vermeden, yağmurdan sırılsıklam olmuş bir halde bize bakıyor. Halimize acıyor olmalı.
Sol tarafta, yolun biraz ilerisinde bir ev görünüyor. Kiremit rengi evleri sever Sena. Oluklarından yağmur suları akıyor. Dönüp heyecanla evi ona da göstermek istiyorum ama bu zamansız itkimi hemen bastırıyorum. Yola konsantre olmalıyız. Tüm bunlar bittiğinde biz de böyle bir evde otururuz belki. Az kaldı.
Birkaç kilometre önce sisten dolayı göremediğimiz yerdeyiz tam şimdi. Dinmek şöyle dursun, yağmur daha da şiddetleniyor. Tamı tamına yirmi beş dakikamız kaldı, bu hızla gitmeyi becerebilirsek tabii. Sena belli ki azıcık soluklanmak istiyor. Sırılsıklam olmuş yağmurluğunun koluyla akan burnunu siliyor. Bir ağacın altındaki piknik masasına doğru sürüyoruz bisikletleri, ıslak ve yeşil çimenlerin üstüne yatırıyoruz. Masada karşılıklı, sessizce oturuyoruz. Sadece burun çekişlerimiz, üzerimizi örten ağacın yapraklarına düşen yağmur ve ara ara gök gürültüsü sesi duyuluyor. Sena bir anda kendi kendine gaz diyor. Neden söz ettiğini tam anlayamıyorum. “Gaz,” diyor, “Doğalgazı kapatmayı unuttum.” Boş ver diyorum hafifçe gülümseyerek. Ne önemi var artık, bir daha dönecek miyiz ki sanki o eve? Bir cevap vermiyor. Küçücük iki karanlık odası varmış, gecekondu mahallesinde imiş, kaderimiz buymuş. Taşındığımız günden beri böyle demedi mi? Başkalarının evlerini övmedi mi? Doğalgazını mı düşünüyor şimdi o evin? Her neyse.
Molayı bitirip, tekrar yola koyuluyoruz. Bozuk yol nedeniyle bisikletimin bagajındaki kazma ve kürekler gittikçe daha fazla dengesizlik yaratıyor. Durup onları sırt çantama koysam mı? Vakit kaybı olur, idare ederim böyle. Daha yeni mola verdik, Sena böyle dura kalka ritmini kaybedebilir. Tüm bunları planlarken her aletin en hafifini almaya çalıştım. En hafif ve küçük olanlarını. Sena’nın hiç ilgisini çekmedi tabii bu detaylar. Ağırlık yapacak mıymış, her şeyi gömmeye yetecek miymiş, hiç dönüp bakmadı. Balkondaki menekşeleri suladı, her biriyle tek tek vedalaştı ama onun çantasını bile ben yaptım.
Dar patikadan hafifçe tırmandık, tepenin üstündeyiz şimdi. İleride, gri gökyüzünün altında sonsuza uzanan dalgalı denizi görüyorum. Tepeden deniz kıyısına uzanan yokuşu inmek, yorgun bacaklarıma iyi geliyor. Sena’ya da iyi geliyordur. Şiddetli yağmura rağmen kayalıkların ilerisinde bizi bekleyen on metrelik tekneyi seçebiliyorum. Kaptan nerede acaba? Tam sözleştiğimiz saatte buradayız. Telefondaki gergin sesi beni endişelendirmişti biraz. Taşlı kıyı yoluna girmeden, gözüme yumuşak topraklı bir alan kestiriyorum. Elimle işaret edip gidonu o tarafa kırıyorum. Sena da yanıma gelip bisikletinden iniyor. Çok yorulmuş, belli. Çantadan kazma ve kürekleri çıkarıyorum. Yağmurun yumuşattığı toprağı tüm gücümle kazmaya başlıyorum. Sena da bana katılıyor. Her gergin hissettiğinde olduğu gibi ağzını bıçak açmıyor. Oysaki işin zor kısmı dün çoktan bitti. Ne olur artık biraz rahatlasa? Heyecanlansa hatta. Sabah menekşeleri ile veda konuşması yaparken, tek tek yapraklarını sularken böyle miydi?
Kayalıkların üzerinde yürürken kaymamak için birbirimize tutunuyoruz. Orta yaşlı kaptan uzaktan bize bakıyor. Üzerindeki sarı yağmurluğundan sular süzülüyor. Bisikletleri ve diğer aletleri gömdüğümüz çukurları örttüğüm keskin kürek, sırt çantamda yorgun omuzlarıma iyice ağırlık yapıyor. Sena kendi çantasını bile zor taşıyor. Az kaldı, ha gayret. Kaptan, ona yaklaştığımızda başıyla belli belirsiz bir selam veriyor. Bense sanki normal bir yolculuğa çıkıyormuşuz gibi gülümsüyorum. Sena bir yandan tekneye, bir yandan da dalgalı denize bakıyor. Parayı peşin istediğini telefonda birkaç kez söyleyen adama sırt çantamın ön gözünden zarfı çıkarıp uzatıyorum. İçini açıp dikkatlice sayıyor.
Kos’a ulaşmak, dalgalı ve yağmurlu denizde hesapladığımdan daha uzun sürüyor. Telefonum olmadığı için kalan mesafeyi yine saatimle hesaplıyorum. Yarım saat daha yolumuz olmalı. Teknenin motoru duruveriyor. Yağmur ve dalga sesinden başka bir şey duyulmayan denizin ortasında, bir sağa bir sola sallanıyor tekne. Sena ile göz göze geliyoruz. Bir terslik olmalı. Onun yüzünden okunan kaygı bana da geçiyor. İkimiz de kaptana bakıyoruz. Yavaşça bize dönüp, “İki gündür gazetelerde Bodrum’da öldürülen iş adamı ve kasasından çalınan iki milyon avro ile ilgili haberler var,” diyor. “Tam sizin yaşlarınızda, tıpatıp size benzeyen muhasebeci çift her yerde aranıyor.” İstemsizce yerde, Sena’nın bacakları arasında duran şişkin sırt çantama bakıyorum. Benim ardımdan aynı anda kaptan ve Sena da çantaya bakıyor. Nasıl bir cevap vermem gerektiğine bir türlü karar veremiyorum. “Bir milyon,” diyor, “Şu çantada herhalde, yeter bana.”
Çantaya doğru bir adım atıyorum. Tekne sallandığı için kenarlara tutunarak eğilip içini açıyorum. Kaptan ayakta, tam arkamda duruyor. Naylon poşetlere sarılı para balyaları hemen ortaya çıkıyor. Kaptan da arkamdan hafifçe yana eğilip, çantanın içini görmek istiyor. Kafamı kaldırdığımda Sena ile göz göze geliyoruz. Elimi çantaya soktuğumda yalvaran gözlerle, “Hayır, yeter,” diye mırıldanıyor. Fazla zamanımız yok. Gözlerimi ondan kaçırıp ani bir hareketle arkama dönüyorum.
İskenderiye şilebi Kos limanından tam saatinde kalkıyor. Az önce bizden aldığı yirmi bin avroyu tekrar tekrar saymakla meşgul olan Mısırlı genç tayfa, bu loş ambarda bize bakmıyor bile. Sena’nın iki gündür uyumayan gözleri, üstüne yattığı çuvalın rahatlığında yavaşça kapanıyor. Bense, içindeki küreği denizin ortasına fırlattığım sırt çantama sıkı sıkıya sarılıp gelecek hayalleri kuruyorum. Gittiğimiz yerlerde Sena’yı mutlu edecek bahçeli, kocaman bir ev aldığımızda, onun sevdiği menekşelerden bulabilir miyim acaba diye düşünüyorum kendi kendime.
Kapak Görseli: Karin Eklund