Kadınların Özgür Alanı Bitkibilim: Emily Dickinson’ın Bahçesine Yeniden Bakmak

Edebiyat eleştirmenleri Susan Gubar ve Sandra Gilbert, edebiyat eleştirisi üzerine yazdıkları en meşhur ve kıta Avrupası feminist edebiyat eleştirisinin uzun yıllar başucu kitabı sayılan The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth-Century Literary Imagination’da[1] on dokuzuncu yüzyıl kadın yazarlarında kadınlık kurgusundan yola çıkıp  “evdeki melek” imgesini yakın okumaya tabi tutarlar. Bu inceleme kıymetlidir ve dönemi bağlamında bir ilktir. Özellikle Jane Austen, Bronte Kardeşler (Charlotte, Emily ve Anne Brontë), Emily Dickinson ve George Eliot’ın eserlerinde evdeki melek kurgusu üzerinden ataerkil tahakkümün geniş bir panoramasını çıkarırlarken anoreksi, agorafobi veya histeri gibi semptomların kadın yazarların eserlerinde sıkça görülmesinin on dokuzuncu yüzyılda tesadüf olmadığının altını çizerler. Öyle ki, Victoria dönemi İngiltere’sinde sanayileşmeyle birlikte gelişen ekonomi toplumsal cinsiyet eksenli adaletsizlikleri de iyiden iyiye ortaya çıkarmıştı. İşçi sınıfının oldukça yoksul bir hayat sürmesi bu sınıftaki kadınları epeyce olumsuz etkilemişti. Orta sınıf kadınlar ise Victoria Çağı’nda ev içine hapsedilerek oy hakkı ve diğer birçok haktan yoksun bırakılanların elbette en başında geliyordu. Özellikle orta sınıf için ideal kadın tipinde evcimenlik sorgulanamaz bir simge halini almıştı ve Victoria çağında kadının yeri ev olarak görülmüştü. O dönemin zihniyetine göre kadınların iki seçeneği vardı; ya sokağa düşüp “kötü kadın” olacak ya da eve hapsolup “iffetli ve melek kadın” olacaktı. Öte yandan Aristokrat sınıfa mensup kadınlar sermaye ve siyasetin baskıcı eril ilişkiler ağının bir parçasıydılar ve ataerkil pazarlık dünyasında mücadele içindeydiler. Genel olarak kadınların yirmi bir yaşına basmadan evlenip çocuk sahibi olmaları bekleniyordu. Evin dışına çıkma şansı pek olmayan ve eve hapsedilen bu kadınlar evdeki uysal ve sadık meleklerdi. Ancak kimi sınıfların sahip oldukları yaşam şartları, başka deyişle evlerinde okuma odası ve kütüphane bulunması, yaşamlarında görece farklı bir pencere açmıştı. Kadınlar kent yaşamını, kırsal hayatın dokusunu, doğayı ve bilimi evdeki kitaplardan ve romanlardan öğreniyorlardı. Dahası, bilimin özellikle kadına kapısını kapattığı Victoria dönemi İngiltere’sinde bitkibilim ile yakından ilgileniyorlardı. Örneğin İngiliz yazar ve illüstratör Beatrix Potter mantarların eşsiz dünyasına dalıp onları çiziyordu. Bu çizimlerini sonradan hayvanlara da yer verdiği çocuk kitaplarına taşıyacaktı. Çocuk yazarı ve deniz biyolojisi üzerine denemeler kaleme alan Margaret Gatty ise deniz yosunlarının çizimlerini yaparak yosunları tasnif ediyor ve bilimsel araştırma yapıyordu. Bitki ve peyzaj resimlerinde Yeni Zelanda’dan İtalya’ya, Suriye’den Güney Afrika’ya yaptığı seyahatlerinden genişçe yararlanan ve Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri’nin yaratıcısı botanik sanatçısı Marianne North, 1880’lerde bitkilerin dilini çoktan öğrenmişti. Kadınlar doğa ve kültürün hiyerarşik sınıflandırmasının, “diğer” ve “kendi” kavramlarının, insanın ve insan olmayanın ve mevcut insan dışı ilişkilerin etik anlamda doğruluğunu sezgisel bir kudretle gözden geçirmeye başlamışlardı.

Atlantik okyanusunun öte tarafına geçtiğimizde ise Amerikan edebiyatının gelmiş geçmiş en özgün şairlerinden Emily Dickinson, ilk şiirlerini yazmaya başladığında neredeyse hiçbir eğitim almamıştı ve evdeydi. Sıkı bir Püritan eğitimden geçen Dickinson, henüz ne Shakespeare’i ne de klasik mitolojiyi biliyordu. Bununla birlikte Ralph Waldo Emerson’ı ve Thoreau’yu yakından takip ediyor, doğa ve kendi benliği arasındaki sözde sınırları ihlal etmenin estetik yollarını arıyordu. Massachusetts eyaletindeki Amherst kentinde 1830’da doğan Dickinson, yaşamı boyunca pek seyrek olarak Amherst kentinin dışına çıkmıştı. Dickinson, Amherst yakınlarında bir okula devam etmiş ve dönemine göre iyi eğitim almıştı. 1862’de tümüyle eve kapanmıştı. Ölümüne değin yaklaşık iki bin şiir yazmıştı. Yaşamının değişik dönemlerine ona destek veren ve esin kaynağı olan öğretmeni, evli bir din adamı olan Charles Wadsworth için kaleme aldığı şiirlerinden çok önce yaratıcılığını yazından farklı bir alanda konuşturduğu nedense pek bilinmez. Oysa Dickinson kendine özgün sert, Eros’a kilitli, sade, coşkun ve melankolik diyebileceğimiz üslubunu ilkin bitkiler ve çiçekleri aracılığıyla konuşturur. Onun tıpkı mısraları gibi özenle kokladığı, topladığı, dizdiği bitkileriyle çiçekleri evdeki melek figürüne de içten içte bir çelme takma arzusunu yansıtır.

Dickinson, zamanının çoğunu hanenin iç duvarlarında değil evin dışında, bahçede geçirmişti. Öyle ki, yirmi dokuz yaşındayken kuzeni Louisa Norcross’a yazdığı bir mektubunda evde değil bahçede büyüdüğünden uzunca bahseder.[2] Dickinson ailesi, döneminin en büyük yerel gül bahçelerine ve incir ağaçlarına sahipti. Emily, dokuz yaşından itibaren botanik dersleri almaya başlamıştı ve büyük bahçelerinde devamlı ekip biçip meyve yetiştirmek onun en büyük tutkusuydu. Elma, armut, erik, kiraz ve incir ağaçlarının yanında renk renk çiçekler yetiştirdiği bu bahçe üzerine yazan Judith Farr, Dickinson için şunları söyler: “Yaşamı boyunca şairliğinden ziyade bahçıvanlığı ile tanınıyordu”[3]. Dickinson’ın bahçesinin ve bahçesindeki düzenin gerçekte onun dünya görüşünü ve günlük yaşam pratiklerini yansıttığını söylemek mümkündür. Farklılıkların çokluğuyla ve çoklukların farklılıklarıyla yaşamayı, döneminin ötesine geçerek doğayı sadece bir metafor olarak görmenin dışına çıkar ve insan olmayan diğer her şeyle “birlikte olagelme” sürecine dahil olmayı kuvvetle sezer Dickinson. “Yaz Yağmuru” şiirinde tam da bu bir arada olma halini duyumsarız. Burada sadece insanın insan özneyle değil insanın insan olmayanla ilişkisine ve birbirlerine değme noktalarını duyumsatır bize Dickinson. Bitkinin, maddenin, yerin, toprağın, duvarın tekilliği daima diğerleri ile olmanın çoğulluğundur[4]:

Bir damla yağmur düştü elma ağacına,
Bir başka damlayla buluştu çatı;
Derken yarım düzinesi öpüştü saçaklarla,
Güldürdü yan duvarları.
Denize yardım olsun diye giden
Çayın yardımına koştu birkaç damla.
Bunlar, gerdanlıklara dizilen
İnci taneleri miydi yoksa?
Tozlar yer değiştirdi yolun üst tarafında
Kuşlar şen şakrak bir şarkıya durdu;
Güneş şapkasını fırlattı uzaklara,
Meyve bahçeleri ışıltılarla doldu.
Kederli lavtaların sesini getirdi rüzgâr,
Ve neşeyle yıkadı onları;
Bir tek bayrak açtı Doğu ve uzaktan
Bu şenliğe attı imzasını.[5]

Dickinson, anlayışını henüz çok gençken, on dört on beş yaşlarındayken bir herbaryum defteri oluşturarak sürdürür. Yeni İngiltere yöresinden yaklaşık beş yüz bitki türünü tek tek toplar, Latince adlarına göre sınıflandırıp etiketler ve muazzam bir koleksiyon oluşturur. Yerel bitkilerin yanında kendisine arkadaşları tarafından gönderilen egzotik bitkiler de mevcuttur bu defterde. Bu koleksiyonun en ilginç tarafı ise şurada saklıdır: Koleksiyonun ilk sayfasını açtığımızda aslen İran kökenli ve sonra Akdeniz iklimine uyum sağlamış yasemin çiçeğinin etiketlendiğini görürüz. Yeni İngiltere’nin sert ve çoğu kez dondurucu ikliminde yasemin çiçeğinin herbaryumda ilk sayfada yer alması, Dickinson’ın estetik maceraperestliğin yanı sıra yerel, küresel, türler arasının birleşebileceği farklı bir tasavvura göz kırpar. Bu muazzam kurutulmuş bitki koleksiyonu bugün Harvard Üniversitesi kütüphanesinde nadir eserler bölümünde özenle korunuyor.

Dickinson’ın şiirinde botanik terimlere oldukça sık rastlarız. “Çiçek tacı” (corolla), “kaliks çiçek” (calyx), “erkek organ-bitki” (stamen), veya “tohum zarfi” (capsule) bunlardan sadece birkaçı. Çiçeklenen her sözcükte bitkilerin, insanların ve mekanların mevsimlere göre yaşadığı dönüşümlerde birbirlerini dönüştürdüklerinin sırrı saklıdır. Çiçekler kimliğin oluşmasında en etkin rolü üstlenir Dickinson için. İlkin toplayıp sonra kuruttuğu ve özenle sakladığı çiçekleri onun hep çok merak ettiği ölüm sonrasına ve var olma biçimlerine bir göndermedir aslında. Ancak aynı zamanda yaşamın kutsanışıdır. Güller, leylaklar, elmalar, mantarlar, şakayıklar ve gelinciklere kadar çiçeğinde gizler Dickinson kendini ve şunları söyler:

Çiçeğime gizledim kendimi,
Hani şu göğsümdeki. Göğsünde taşıdığın, habersizce,
Ve sen, kuşkulanmadan, beni de taktın yakana-
Yalnız melekler bilir ötesini.
Çiçeğimde gizledim kendimi,
Hani şu solup giden vazondaki
Ve sen kuşkulanmadan, benim yerime de hissettin
Adeta bir kimsesizliği[6]


[1] Gilbert, S. M. & Gubar, S. (1979). The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth Century Literary Imagination, New Haven, CT: Yale University Press.
[2] Osborne, Gillan Kid. (2019). Dickinson and Historical Ecopoetics. In M. Kohler (Ed.), The New Emily Dickinson Studies (Twenty-First-Century Critical Revisions), Cambridge: Cambridge University Press.
[3] Farr, Judith (2005). The Gardens of Emily Dickinson, Cambridge MA: Harvard University Press.
[4] “Tekil varlık ilişki içindedir ve bir ortaklık içinde var olur. Bu ortaklık dünyada-birlikte-olmamızın varlığıdır,” der Fransız filozof Jean Luc-Nancy.  Daha fazla bilgi için Jean Luc-Nancy felsefesine bakılabilir. Nancy’nin mutlak bir içkinlik olarak gördüğü dünya düşüncesinin “ortak-varoluş”la ve “ile-olmak” mefhumları için bkz. Nancy, Jean Luc. (2000) Being Singular Plural, çev. Robert D. Richardson ve Anne E. O’Byrne, Stanford California: Stanford University Press.
[5] Dickinson, Emily (1994).  “Yaz Yağmuru”, Kırmızı Kırmızı Bir Güldür Aşkım Çeviri Şiirler, çev. Murat Meriçelli, İstanbul: İnsancıl Yayınları.
[6] Dickinson, Emily (2017). Aşk Yaşamdan Önce Gelir Seçme Şiirler, çev. Dost Körpe, İstanbul: Oğlak Yayınları.

Kapak Görseli: Emily Dickinson’ın Kurutulmuş Bitki Koleksiyonu

İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Central European Üniversitesi Gender Studies yüksek lisansını Latife Tekin’de feminist büyülü gerçekçilik teziyle tamamladı. Halen Washington Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünde doktora yapıyor ve ders veriyor.

Yoruma yanıt