Kadın Öfkesi ve Dönüşüm: Öfke Dansı
Dr. Harriett Lerner’in ilk basıldığında mütevazı bir okuyucu kitlesine ulaşan kitabı Öfke Dansı, kadınların öfkesine odaklanan, öfke duygusunun otaya çıkışı, ifade edilme şekilleri ve sonuçlarını irdeleyen bir kitap. Çarpıcı olan ise toplumlarda öfkelenme ‘hakkı’nın kadınlara verilmemiş olduğu gerçeğinin altının çizilmesi.
Öfke Dansı, toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların kendilerini duyguları üzerinden ifade etmelerindeki etkisini anlama gerekliliğini hatırlatıyor. Her ne kadar kadın/erkek, mantık/duygu, akıl/his gibi karşıtlıkların geride bırakıldığı savunulsa[1] da kadınların öfke gibi güçlü bir duyguyu açıkça ifade etmeleri hâlâ mantıksızlık olarak değerlendirilebiliyor. Kadınların kendilerine tanımlanan sınırlar ve onlarla özdeşleştirilen roller dışında hareket etmeleri, beraberinde benliklerinin farkına varmalarını ve bağımsız bir kadın kimliği edinmelerini getirecektir. Elbette bu kazanımlar ataerkil düşünce yapılarının baskın olduğu toplumlarda erkekler için bir risk teşkil edecektir. Egemenliğini korumaya çalışan erk, farklı gördüğü kadınları olumsuz sıfatlarla niteleyecek, davranışlarını sapkınlık ve aşkınlık olarak değerlendirecektir. Lerner’e göre bir kadının öfkelenmesi ve onu öfkelendiren faktörlerin farkına varması dönüştürücü bir güce sahiptir çünkü kadın onu öfkeye sürükleyen koşulları değiştirmeye başladığında, kendisi de bir değişime girecek ve onun için tanımlanan rollerin dışına çıkacaktır. Ataerkil toplum düzeninde kadın, öfkesinin bu dönüştürücü gücünü fark etmelidir. Tam da bu sebeple, diğer tüm güçlü duygularda olduğu gibi, kadının öfkeli hissetmesi irrasyonellik, anormallik ve hatta sorumsuzluk şeklinde değerlendirilmektedir.
Kitabın bitmesinden çok sonra akıllarda kalacak ilginç bir örnekte, Dr. Lerner katıldığı bir konferansta dayak yiyen kadınlar hakkında bildiri sunan bir kadın doktora, ünlü bir psikiyatristin gösterdiği tepkiden bahseder. Bir kadının öfkeli olması, öfkesinin sesine yansıması yaş grubu, mesleği, eğitim durumu fark etmeksizin erkekler tarafından yok sayılmasına sebep olmaktadır.
Toplumsal cinsiyet kodları, kimlikleri ödül-ceza mekanizması üzerinden tanımlamaya çalışır. Bu bağlamda bir bireyin toplum ve iktidar sahipleri tarafından belirlenen davranış kalıplarına uyum göstermesi cinsel kimliğinin onaylanmasıyla ödüllendirilirken, aksi yönde hareket edenler kimliklerinin reddedilmesiyle cezalandırılır. Kadın kahkahasının, coşkusunun, öfkesinin sınırlandırıldığı toplumlarda kadının topluma kabulü, kendini inkar etmesiyle mümkün olmaktadır. İlişkilerini sürdürebilmek adına duygularını bastıran kadınlar, karşı tarafı korumayı ve memnun etmeyi başarırken, benliklerini yıkıma uğratmaktan kaçamazlar. Kendini ifade etmesi kısıtlanmış bir kadın için öfke elbette kaçınılmaz bir duygudur ancak zaten tam da bu öfke yüzünden eleştirilen kadın, öfkesini tekrar tekrar bastırarak kendinden vazgeçer ve nihai sonuç yıkıcı öfke patlaması olarak karşısına çıkar.
Kadına her zaman koşulsuz hizmet etme rolünü yüklemek beraberinde sorumluluklarını yerine getirememiş olmaktan kaynaklanan vicdan azabı ve suçluluk duygularını getirecektir. Anneliğinin, kadınlığının sorgulanmasına katlanamayan birçok kadın için bu duygulardan kurtulmanın yolu daha çok hizmet etmek ve dolayısıyla daha çok sevilmek ve onaylanmaktır. Oluşan bu kısır döngü içerisinde kadının duygularının farkına varması ve onların bilinciyle hareket etmesi pek de mümkün değildir. Aslında bahsedilen bu durum, kadının otonom varlığının, öznelliğinin kültürel hegemonya tarafından silinmesidir. Kadın kimliği ya cadı, zalim, büyücü gibi aşkınlık ya da melek, peri, şevkatli anne gibi onaylayıcı kavramlar üzerinden tanımlanır. Kültürel onay alan kadın imgesi evde düzeni sağlayan, çocuklara şevkat gösteren, eşini her konuda memnun eden domestik bir kişiyi temsil eder. İngiliz yazar Virginia Woolf’un “evdeki melek” kavramıyla tartışmaya açtığı[2], Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın kadın yazarların kültürel üretimlerinin yok sayıldığı argümanıyla[3] derinleştirdiği melek-şeytan karşıtlığı kadın kimliğinin tanımlanmasında kasıtlı bir muğlaklık yaratıldığını ve bu şekilde kadının bağımsız bir özne olarak var olmasının engellendiğini ortaya çıkarır.
İlk olarak dilde, sonrasında toplumsal yaşam pratiklerinde kendini gösteren bastırma, kısıtlama, yok sayma eylemlerine karşı yapılması gereken yine dilde başlayarak kadının duyguları, bedeni ve yaratıcılığıyla var olduğunu göstermektir. Bunun için gerekli olan kadını erkek diline ve söylemine mahkum eden düşünce kalıplarının farkına varmak ve bu yolla davranış değişikliğini sağlamaktır. Kadınların duyduğu öfke, bu farkındalığı kazanmada etkin rol oynayacak, toplumsal dönüşümü sağlayacaktır.
[1] Fransız feminist düşünür Helene Cixous, yapıbozumcu teoriyi baz alarak kadın/erkek, kendi/öteki, özne/nesne gibi karşıtlıkların ötesine geçen bir yazma pratiğinin önemine işaret etmiştir (daha ayrıntılı bilgi için bkz Cixous, H. (1975) “Sorties”.) [2] Woolf, V. (2008). “Professions for women”. In D. Bradshaw (ed.) Selected Essays. Oxford University Press. [3] Gilbert, S. M. & Gubar, S. (1979). “Behind the queen’s looking glass”. In The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth Century Literary Imagination. Yale University Press.
Kapak Görseli: Fran Murphy
Yıldız yilmaz
Kalemine yüreğine sağlık kızım 👍👏
Ramazan gürsoy
Merhaba
Yazınızı çok beğendim. Katılmadığım çok nokta elbette var. Biraz daha farklı düşünüyorum sadece. Rastgele Google‘la konuyla alakalı bir şey yazdım çıktı ve şans eseri okudum. Emeğinize sağlık.