Süper Kadın Ulviye vs Trans Orlando: İstanbul’da Cinsiyet Karnavalı

Ahmed Midhat Efendi’nin 1882 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilen Dürdane Hanım eserinin baş karakteri Ulviye, Osmanlı edebiyatının ilk cross-dresser[1] “süper kadın”ı[2] ve anti-kahramanı olarak adlandırılabilirse, Virginia Woolf’un 1928’de yayımlanan romanıyla aynı ismi taşıyan karakteri Orlando da İstanbul’da cinsiyet değiştiren ilk roman kahramanı olarak tanımlanabilir.

Ahmed Midhat öyküsüne, okuyucuyu Galata gece hayatı dekorunun ve medias res tekniğiyle kurgunun orta yerine bırakarak başlar. Ulviye Hanım’ın maceralarına ev sahipliği yapacak Galata ve çevresi yankesicilerin, katillerin, kapkaççıların ortalıkta cirit attığı, sokaklarında yürümeye çekinilen ama aynı zamanda İstanbul’un kozmopolit yapısının birinci elden deneyimlenebildiği, Muşlu Ermeni, Papaz oğlu Andonaki ve Çerkez Sohbet’in yan yana içki içtiği bir semttir. Lâtifi’nin “işrethane-i dünya”, Evliya Çelebi’nin de kısa ve öz biçimde “meyhane” olarak adlandırdığı[3] Galata’nın kaotik ortamında geçen bu cross-dressing ve intikam hikâyesinin kahramanı bir süper kadın olan Ulviye’dir. Ulviye, Hint ya da İran kökenli, uzun süre Mısır’da yaşamış, politik nedenlerle babasıyla İstanbul’a döndükten bir süre sonra hem kocasını hem babasını kaybetmiş, servetini belli etmemek adına orta halli bir yalıda annesi ve uşaklarıyla beraber yaşayan, Çamlıca ve Bağlarbaşı’nda çapkınlık yaptığı ima edilen, 27-28 yaşlarında dul bir kadındır. Farsça, Arapça ve İngilizce konuşur; zamanını tiyatro, şiir ve edebiyatla uğraşarak geçirir. Hakkında çıkan dedikodulara rağmen erkek yazarları evine davet ederek onlarla edebî sohbetler yapmaktan çekinmez. Bu alabildiğine bağımsız hayatını babasından kalan servete, “kendine ait oda”sına ve edebiyata duyduğu sevgiye borçludur; Ulviye okuduğu romanlar sayesinde iki cinsiyetin de “durumunu gerektiği gibi öğrenmiştir”, erkeklere aldanmaz ve kendisini “rezil” durumlara düşürmez. Burada roman okuma unsuru Madame Bovary’deki gibi yıkıcı, gerçeklikten uzaklaştırıcı, gözleri kör edici bir öğe biçiminde kullanılmaz. Aksine roman okumak bir kadını erkek söyleminden azade kılar, ayaklarının yere basmasını sağlar, onu özgürleştirir. Ulviye okuduğu hikâyeler sayesinde erkeklerin tuzaklarına düşmez, diğer hemcinsleri gibi kolaylıkla kandırılmaz. Kurgu okumak tıpkı Madame Bovary gibi Ulviye’yi de kendi hayatının romanını yazma isteğiyle doldurur fakat bu hedefini karşı cinsle yaşayacağı tutkulu bir aşk aracılığıyla değil erkeklere özgü bir macera yaşayarak gerçekleştirme arzusundadır. Yan yalıda oturan genç komşusu Dürdane’nin kendisine hayattan beklediği bu heyecanı sağlayacağı umuduyla onu gözetlemeye başlar. Kısa zamanda da genç kadın hakkında ağız sulandırıcı bilgilere ulaşır; Dürdane kendisini terk etmeye hazırlanan sevgilisi Mergup’tan bir bebek beklemektedir. Ulviye olaylara iyice hâkim olabilmek adına yeni icat edildiğini öğrendiği ve genç çiftin özel konuşmalarına dahil olmasını sağlayacak “telefon” adında bir aygıt satın alır.[4] Kendisine bir nevi röntgencilik kabiliyeti bahşeden bu cihaz sayesinde artık çiftin özel anlarında çıkardıkları sesleri bile zevkle dinleyebilmektedir. Fakat Ulviye’nin Dürdane ile kurduğu ilişki beklenmedik bir boyut alır; Ulviye Mergup’un söylemlerini işittikçe erkeklere duyduğu öfke ve Dürdane ile kurduğu empati güçlenir. Dürdane’nin evlilik vaadiyle oyalandığını ve hamilelik yükünün yalnız kadının omuzlarına yüklendiğini anlayınca hemcinsinin çektiği acıların intikamını almaya karar verir. Toplumsal bariyerleri aşmak için de cross-dressing yöntemini seçer. Hayatına bir heyecan katma amacıyla başladığı bu “dikizleme” macerası, bir kadın dayanışması hikâyesine evrilir; Ulviye bu intikamın Dürdane nezdinde tüm kadınlar için alınacağına özellikle vurgu yapar. Ahmed Midhat’ın Dürdane ve Mergup’un ilişkisi hakkında geliştirdiği savlar feminist olarak nitelendirilemezse de dönemin ahlâk anlayışını zorlar; bu evlilik dışı hamileliğin kadın kadar erkeğin de “suçu” olduğu, ikisinin de aynı vicdani standartlara tâbi tutulması gerektiği Ulviye tarafından sıkça dile getirilir. İntikam fikri zihninde oturdukça erkek persona’sını geliştiren Ulviye yeni karakterine Acem Ali Bey adını takar. Erkek giysilerine büründüğü ilk gün, ki Ulviye alelade bir kabadayı gibi görünmek istemez, o dandyvari bir “kibar suçlu”dur, hemen Bağlarbaşı’na giderek İstanbul gecelerinde gezintilerine başlar. Ulviye’nin toplumsal cinsiyet rollerinin gerektirdiği dominant erkek özelliklerine sahip olduğunu kanıtlaması için güç gösterilerine de girişmesi gerekir. İki kayığın iskele kapma kavgasına karıştığında ortaya çıkan “demir balyoz” etkisi yapan tokadı ve kurbanlarını “pekmez testisi” gibi paramparça eden yumrukları onun erkini perçinler. Fiziksel mücadelede erkekleri alt ettikçe kendine güveni gittikçe artan, onlardan daha kuvvetli olduğunu kendisine yineleyen Ulviye, her şeye rağmen Dürdane’nin intikamını almak için kendi gücünün yetmeyeceğinin, bir yardımcıya ihtiyaç duyacağının bilincindedir. Bu amaçla Çerkez Sohbet adında bir kabadayıya yanaşır ve onunla Galata meyhanelerinde vakit geçirerek koşulsuz sadakatini kazanır.

Başlarda Çerkez Sohbet ile Acem Ali Bey’in, yani Ulviye’nin erkek persona’sının ilişkisine homoerotik tonlar damga vurur. Arap gençleri gibi tüysüz bir vücuda, ufacık ellere ve minik bir ağza sahip olduğu belirtilen, “sevgili denince akla hayale gelecek kusursuz güzellerden” Acem Ali, Çerkez Sohbet’in âşık bakışlarına maruz kalır.[5] Acem Ali’nin yüzünde, “Ah, bir kere bıyıklarım çıksa da şu şaşkın bakışlardan kurtulsam!” dercesine bir ifade vardır. Sohbet de Acem Ali’nin ses ve şivesini Çerkez kızlarınınkine tercih ettiğini, kırk yıl onu dinlese yine doymayacağını belirtir. Ahmed Midhat gittikçe dozu artan bir cinsel gerilime delalet eden bu ifadelere bir denge getirmek için Çerkez’in “o tip ahlaksızlardan olmadığı” ve sadece estetik olana duyduğu hayranlık yüzünden bu düşüncelere kapıldığını söyler ama ardından çelişkili biçimde Sohbet’in “öyle bir kötü niyeti” olsa dahi Acem Ali’nin kuvveti yüzünden bunu dile getiremeyeceğini ekler. İkilinin bir otele gidip oda açtırdığı gece şüpheci bakışlara maruz kaldıkları özellikle vurgulanır. Acem Ali, odaya eğlence maksadıyla çağırılan kadınların hiçbirini beğenmeyen Sohbet’e, “yoksa sen kadınlardan hoşlanmıyor musun?” sorusunu da yöneltir. Beraber uyudukları gece Sohbet “âşık bakışı” ile Acem Ali’yi süzerken birden “cesaretlenerek” yorganı kaldırır, onun göğüslerini görür, aslında bir kadın olduğunu anlar ve böylelikle henüz olay örgüsü çetrefilleşmeden okuyucunun vicdanı toplumun heteronormatif düzenine uygun biçimde rahatlatılmış olur.

Çerkez Sohbet durumu anladığını Ulviye’ye belli etmez ve onunla erkek erkeğe zaman geçirmeye devam eder. Ulviye, Dürdane’ye gizlice doğum yaptıracak bir ebenin evinden kaçırılması için Sohbet’in yardımını ister. Bu durum da yeni bir cinsiyet kargaşasına yol açacaktır. Bu kez Ayşe adındaki ebe kendisini bir gece vakti gözlerini bağlayarak sandala bindiren, Acem Ali olarak tanıdığı kabadayıya âşık olacaktır. Üstelik Ulviye, Ebe’nin “arzu dolu bakışlarının manasını” anladığı hale ona karşılık vermekten geri durmaz, hatta gülümseyerek ve “inadına göz süzerek” onu yüreklendirir. Ona “dünyada benim için bir kadını sevmek mümkün olsaydı, sizi severdim” itirafında dahi bulunur. Bu ilişkinin erotik gerilimi de Ulviye’nin göğüslerinin Ayşe Ebe tarafından fark edilmesiyle son bulur. Ulviye, Dürdane’nin zarar görmemesi adına çocuğu gizlice doğurtarak kendi himayesine alma planları yaparken bir yandan Mergup’u tüm kadınlar adına cezalandırma isteğinde ısrarcıdır. Bu uğurda bu kez de kadın kimliğini ve baştan çıkarma yeteneğini kullanır ve Mergup’un dikkatini çekerek onun kendisine ilan-ı aşk etmesini sağlar. Romanın sonlarına doğru, olay örgüsünde bolca dağıtılan ahlaki yargıların katılığına bir denge oluşturmak ve hikâyeyi bir de kötülerin tarafından dinlemek adına Çerkez Sohbet karakterine odaklanılır. Azılı bir suçlu olduğu sanılan Sohbet, toplumdaki itibarını bir eşcinsel taciz yüzünden kaybetmiştir. Çocuk yaştayken bir konakta köle olarak çalışmaya başlayan Sohbet “güzel ahlâkı” ile dikkat çekmiş ve ev halkının sevgisini kazanmıştır. Ergenlik çağına geldiğinde konakta alışveriş işlerine bakan Cemal Ağa Sohbet’e yakın ilgi göstermeye başlamış, bu ilgi Sohbet on altı on yedi yaşlarındayken tacize evrilmiş, “Sohbet, sen bir kızdan daha güzelsin! Seni gelin etseler!” türünde söylemlerle ona sataşan Cemal, arzularına karşılık bulamayınca delikanlıya komplo kurmuş ve onu hırsızlık ve tecavüz suçlamalarıyla hapse attırmıştır. Yani masum Sohbet esasında normlara uymayan bir cinsellik türü yüzünden suç batağına düşmüştür. Romanın sonu tüm bu cinsiyet karmaşasının ve başıboş bırakılan cinselliğin disiplin altına alınmasıyla son bulur; içgüdüleriyle hareket ettiklerinden toplumun vicdanını rahatsız eden Dürdane ve Mergup karakterleri ölür, cinsiyet rolünden çıkan Ulviye Sohbet’le evlendirilerek toplumsal ahlak güvence altına alınır.

Cinsiyetler arası geçişkenliğin sebep olduğu romantik karmaşıklıklarıyla Dürdane Hanım Shakespeare’in Onikinci Gece, Nasıl Hoşunuza Giderse gibi eserlerini anımsatır. Üstelik bu geçişler Shakespeare’in tiyatro sahnesinde olduğu gibi son derece kolaydır; karşı cinsin kıyafetlerini giymek o cinsiyetin toplumsal rollerini devralmak için yeterlidir. Ulviye’nin takım elbisesi sihirli bir işleve sahip bir obje gibi ona fiziksel güç bahşederken bir yandan da toplumun bir kadına kapalı bulunan katmanlarının kapılarını açar. Bunların arasında gece kamusal alanların ve eğlence yerlerinin kullanımı dışında bir kadınla cinsellik yaşama olasılığı da vardır. Ayşe Ebe’nin birkaç kez aşk kurbanı olduğu yinelemesi, tüm başına gelenlerden aşk derdine düşmüş olanları ayıplamamak gerektiği şeklinde bir ders  çıkarması ve “Allah bu sevda denilen ateşte hiçbir kulunu yakmasın. İnsanda ar namus kalmıyor!” cümlesini sarf etmesi romanın klasik ahlakına uymaması açısından ilginçtir. Geçişkenlik kontrol altına alınması gereken bir olgudur fakat demek ki bu insan doğasının bir parçasıdır ve o kadar da hoyratça yargılanmamalıdır. Başka bir deyişle “herkesin başına gelebilir!”

Cinsiyetler arası kaymaların yaşanması için ise İstanbul son derece uygun bir kenttir. Bakhtin’in Dostoyevski ve Rabelais’nin eserlerini temel alarak ürettiği karnavalesk[6] teoremine uygun düşecek biçimde İstanbul, aynı bir karnaval yeri gibi, insanlar arasında yakın iletişimin hat safhada bulunduğu, birbiriyle normal koşullarda yan yana gelemeyecek insanların bir araya geldiği, eksantrik davranışların normal karşılandığı, insanların içgüdülerini serbest bıraktığı, dikotomilerin (erkek-kadın, yaşlı-genç, Doğu-Batı) ortadan kalktığı bir yerdir. Dürdane Hanım’da Midhat Efendi zaten “karnaval” sözcüğünü doğrudan kullanır. Yankesicilerin, katillerin, kaçkınların cirit attığı Galata’da “eğlenmek için mevsime falan hiç gerek” duyulmaz; orası Baklahorani Karnavalı’nda da Ramazan’da da sokaklarında laternaların çınladığı, sarhoşların naralarıyla tüm kent seslerini bastırdığı bir yerdir. Şehrin günlük hayatında “karnavala, paskalyaya falan ihtiyaç” yoktur. Akla gelebilecek her milletten insan burada bulunur, birbirleriyle konuşur, beraber içki içer, şarkı söyler, yeri gelir birbirleriyle dövüşür hatta birbirini soymaya çalışır. Böylesi bir karnaval ortamı, Ulviye’nin fiziksel olarak olmasa da cross-dressing yoluyla kadın cinsiyetinden erkek cinsiyetine geçiş yapması için idealdir. Ulviye sosyal normların bir kenara bırakıldığı bu vakum içinde erkek kıyafetlerine bürünerek onların arasına kabul edilebilir, sokak kavgalarına karışabilir hatta erkek ritüellerine dahil olabilir. Bir otel odasına “birkaç aşüfte” davet eder, onlara içki sofrasında hizmet ettirir, Çerkez Sohbet’le “erkek erkeğe” eğlenir. Hatta Sohbet’e bir erkek olarak heteroseksüelliğini kanıtlama çabasına dahi girebilir. İstanbul’un karnaval havasında tüm bu kargaşaya göz yummaya müsaade eden bir muğlaklık vardır.

Woolf’un cinsiyet değiştiren karakteri Orlando’nun yaşadığı İstanbul karnaval havasını korusa da elbette Ahmed Midhat Efendi’nin tasvirinden farklılık gösterir. Woolf’un bolca kullandığı cinsiyet geçişlerini incelemeden önce Orlando’nun hikâyesinin bir özetini vermek gerekir. Orlando romanı, aynı ismi taşıyan kahramanının I. Elizabeth’in İngiltere’sinde soylu bir aileye doğduktan sonra yaşlanma belirtisi göstermeden geçirdiği 300 senelik yaşamı (1588–1928) ve maceralarını konu alır. Bu fantastik anlatıda Orlando ilk kez bir Mağribi’nin çatı kirişlerinden sallanan kafasını doğramakla meşgulken betimlenir. Büyüyünce ataları gibi Afrika’ya gidip kafa kesmek, yabancı beldeleri fethetmek ister. Hayatındaki ilk büyük gelişme Elizabeth’in gözdesi ve aşığı olarak saraya alınmasıdır. Bir yandan kenar mahalle kızlarıyla ucuz meyhanelerde gönül eğlendirmekten de geri kalmaz. Elizabeth öldükten sonra tahta çıkan Kral James’in sarayında da kendine yer bulan Orlando burada zengin kadınlarla ilişkiler yaşar hatta aralarından biriyle nişanlanır. Büyük Don’un yaşandığı 1608 yılında Londra bir karnaval yeri görünümünü almıştır. Bu ortamda Orlando cinsiyeti muğlak, yabancı ve yabani Rus Prenses Sasha’ya âşık olur. Sasha’nın kendisini bir Rus denizciyle aldatması ve devamında Rusya’ya dönmesiyle Orlando kendini 365 odalı, 52 merdivenli evine kapatır ve durmadan şiir yazar. Atalarından kalan eve iyice yerleşen Orlando zamanını bu evin bakımına ayırır ve halkın saygısını kazanmak adına orada partiler vermeye başlar. Harriet adında çok uzun boylu olduğu özellikle belirtilen bir düşesin fazlaca üzerine düşmesinden sıkılan Orlando, Kral Charles’ın kendisini Konstantinopolis’e elçi atamasıyla aradığı kaçış fırsatını bulur ve şehre yerleşir. İsyan çıktığı ve sokaklarda yabancıların öldürüldüğü bir gece derin bir uykuya dalar. Yedi gün sonra uykusundan uyandığında kendini bir kadına dönüşmüş olarak bulur. Karakterinde, hislerinde veya zihinsel melekelerinde herhangi bir değişiklik yoktur sadece kadın vücudu içerisinde uyanmıştır. Bu değişimin ardından bir süre Bursa civarında çingenelerle yaşar, onların doğal yaşam tarzına ayak uydurur. Fakat bu “ilkel” insanlardan sıkılması uzun sürmez, İngiliz geleneklerini, medeniyetini, yaşam biçimini ve ebette kendisini onlardan üstün gördüğünü fark eder ve İngiltere’ye giden bir gemiye atlar. Gemide kadınlığın getirdiği dezavantajları ilk kez fark eder, etekleri ayaklarına takılır, her sabah saçına biçim vermesi gerekir, korse bedenini sıkıştırır, kozmetik bakımları saatler sürer. Etrafındaki erkeklerin sıhhatini de düşünmek zorundadır; bacağının sadece bir parçasını görmek isteyen bir denizci direğin tepesinden düşerek ölme tehlikesi geçirir. Fakat kadın olmanın iyi yanları da vardır. Kimseyi ölüme mahkûm etmesi gerekmez, göğsüne nişanlar takıp beğeni toplamaya çalışmaz. Erkeklere atfedilen hırslardan, kudret ve makam arzusundan kurtulmuştur. Şu an içinde olduğu cinsiyete büyük kötülükler yapan erkek cinsiyetine artık öfkeyle bakmaktadır. Üstelik önce karşı koyup sora teslim olmaktan mütevellit baştan çıkarma oyunu çok hoşuna gider. “Tefekkürün, aşkın ve yalnızlığın” tadını çıkarmayı bilen cinsiyete ait olmaktan ötürü kıvanç duyar ve “şükürler olsun ki ben kadınım!” diye bağırır. İngiltere’ye döndüğünde Düşes Harriet tekrar peşine düşer fakat o da Arşidük Harry adında bir erkeğe dönüşmüştür. Birkaç yılını Londralı ünlü şairlerle geçiren Orlando zamanla onlardan da sıkılır ve yalnızca fahişelerle görüşmeye başlar. Yıllar akıp giderken on dokuzuncu yüzyıla girilmiştir. Viktorya Dönemi’ne gelindiğinde Orlando zamanın ahlaki şartlarına uymaya ve bir koca bulmaya karar verir. Bir kadının tüm iyi özelliklerini taşıdığını belirttiği Marmaduke Bonthrop Shelmerdine, Esquire ile romantik bir evlilik yapar. İkisi de cinsiyetlerinin gerektirdiği rollere uymamaktadır; evlilikleri bu yüzden yürür.[7] Fakat Shel bir denizci olduğu için Orlando’yu bırakıp denizlere açılır. Orlando romanın sonuna doğru şiir kitabı The Oak Tree’yi yayımlar ve bir ödül sahibi olur. Sene 1901’dir, Kraliçe Victoria ölmüş yerine VII. Edward geçmiştir. 11 Ekim 1928, perşembe günü sabah 10’da bir ışık huzmesi Orlando’yu on defa çarpar ve bugüne döndürür. 36 yaşındadır. Araba kullanarak eve dönerken benliğini oluşturan katmanları düşünür, insan ruhunda kaç farklı kişi olduğunu sorgular. Tüm benleri birleştiren “anahtar ben”i bulmaya çalışır ve aslında benliğinin bu katmanların hepsinin birleşimi olduğunda karar kılar. Artık tek bir bendir.

Kendisi de bir karnaval havasındaki bu hikâyenin en incelemeye değer kısmı şüphesiz Orlando’nun ansızın cinsiyet değiştirmesi ve bunun İstanbul’da vuku bulmasıdır. Virginia Woolf’un İstanbul’a yakından ilgisi vardır ve şehri iki kez ziyaret etmiştir. Dahası Woolf’un Orlando karakterini yaratmak için esinlendiği, arkadaşı ve uzun yıllar boyunca aşığı şair Vita Sackwille-West de kocasıyla ile beraber iki sene İstanbul’da yaşamış, hatta şehirde hamile kalmıştır. Vita, İstanbul, daha doğrusu “Konstantinopolis” odaklı Batı ve Doğu’dan Şiirler adını taşıyan bir kitap yayımlamıştır. Vita’nın temaları, imgeleri, benzetmeleri Oryantalist yaklaşımını adeta bağırır. “Dhji-Han-Ghir” isimli şiirinde, gavur olarak görülen kendilerinin nasıl da Cihangir’deki evlerinin yıllarca ihmal edilmiş bahçesine çeki düzen verdiğini, şimdi çiçeklerin bir İngiliz çayırındaymışçasına büyüdüğünü anlatır[8]. “Leblebidji” şiirinde “Leblebici! Leblebici!” diye bağıran satıcı İngiliz kırsalının huzurlu gecelerine rahmet okutmaktadır. “Constantinople March MCMXV” şiiri ise şovenizmin zirvesine ulaşır; Vita “Hristiyanlığın gelini” Ayasofya’nın bir gün Rusların yardımıyla yeniden fethedilerek eski görkemine kavuşacağını, şehir düştüğü gün bir duvarın içinde kaybolan rahibin tekrar ortaya çıkarak dualar okutacağını anlatır.[9] “Morning in Constantinople”da ise daha şiirsel bir Oryantalizm sezilir; Vita şehrin nevi şahsına münhasır erken saatlerinde sis, güneş ve denizin iç içe geçtiğini söyler ve bu karışımın ortasında Ayasofya’nın bulutlar üzerinde havalandığını hayal eder.[10] Vita’nın tasvirinde şehir, bir Türk güzelinin yaşmağını andıran, süt renginde kat kat örtülerle sarılıdır.

Elbette Vita’nın sisler içindeki büyülü Doğu kentinin, Woolf’un çizdiği İstanbul resmiyle benzeşmesi şaşırtıcı değildir. Woolf’un Orlando’su, sırtında Türk işi uzun kaftanı ve ağzında purosuyla, sabah sisi içindeki şehri büyülenmiş şekilde izlerken tasvir edilir: “O saatte sis o kadar yoğun olurdu ki, Ayasofya’nın ve başka yerlerin kubbeleri siste yüzer gibi görünür, sisin içinden yavaş yavaş ortaya çıkarlardı.”

Tüm bu Oryantalist gizem masalı bir yana, Orlando’nun cinsiyet değişikliğine sebebiyet verenin esasında İstanbul’un karnavalesk ortamı olduğu görülebilir.[11] Woolf’un betimlediği, değişik inançları, kültürleri, insan hikâyelerini içinde eriterek ortaya mistik ve büyülü bir kargaşa çıkaran şehir karnavalın ta kendisidir. Midhat Efendi’de olduğu gibi Woolf’un İstanbul’unda da ikilikler birbiriyle iç içe geçmiş, toplumsal normlar alt üst olmuştur. Milletlerin, dillerin, sınıfların hatta insanlar ve hayvanların birbirine karışması bir kenara, İstanbul’da düzen öylesine baş aşağı edilmiştir ki orada kutsal olana dahi dokunulabilir; Orlando’ya Tanrı tarafından bahşedilmiş değiştirilemez bir doğru olan cinsiyeti birden değişiverir. Bir İngiliz erkeğine atalarından miras kalan onur, şeref, erdem gibi değerler bir anda geride bırakılabilir. Erkek, kadın oluverir. Daha “kötüsü”, Orlando İstanbul’da başından geçen bu cinsiyet değişiminden etkilenmez bile. Şehirden kaçıp çingenelerle Bursa’da yaşarken de bu metamorfozdan kaynaklanan en ufak bir farklılık hissetmez. Kadın olmanın getirdiği zorlukları ancak toplum tarafından kadına uygun görülen kıyafetlere bürünerek bir İngiliz gemisine bindiğinde, yani “medeni” hayata geçiş yaptığında anlar. İstanbul’un, hatta Bursa örneğiyle pekiştirildiği üzere Osmanlı topraklarının tamamının karnaval ortamında Orlando’nun geçirdiği değişimlerin eriyip gitmesi, karakterin keşmekeş içinde araya karışıp kaybolması son derece doğaldır.

İçerdiği hayatların etnik çeşitliği ve sokaklarında konuşulan dillerin farklılığından yola çıkarak İstanbul’u modernistlerin edebiyat anlayışına[12] ve heteroglossia[13]ya uygun düşen bir mekân olarak görmek ve cinsiyet değişiminin bu sebeple İstanbul’da gerçekleştiğini iddia etmek mümkünse de Orlando’nun roman boyunca özgürce dile getirdiği İngilizliğinden gelen gururu, Doğu halkları hakkındaki görüşleri, Doğu’nun tasvir ediliş biçimleri düşünüldüğünde bu savı müdafaa etmek pek kolay olmaz. Örneğin her ne hikmetse Orlando’nun İstanbul’da geçirdiği dönüşüm zihinsel ya da ruhani değil, cinseldir. Çünkü Doğu şehvetin, kontrolsüz içgüdülerin, tutkuların diyarıdır. İngiliz bir kahraman orada elbette zihinsel bir aydınlanma yaşamayacaktır. Bursalı çingenelerle geçirdiği zaman dahi Orlando’nun yalnızca milletinin üstünlüğüne bir kez daha ikna olmasıyla sonuçlanır. Çingenlerin yanında kendini bir şemaya sokmaya gerek görmemesi ve kadına dönüştüğünü ancak İngiltere yolunda hatırlaması elbette heteronormatif düzene yapılan bir eleştiridir. Ama Woolf’un bu konuya yaklaşımı da Oryantalisttir; kadınların giydiği bir pantolon türü İngiltere’nin aksine Osmanlı’da var olabilir[14] fakat elbette buradan hareketle Osmanlı toplumunda kadın ve erkeklerin giysilerinin birbirinden ayırt edilemediğini, cinsiyetlerin birbirine karışacak denli geçişken olduğunu iddia etmek bir Batı fantezisidir.

İki roman da İstanbul’un karnavalesk doğasının normların baş aşağı edilmesi ve stabil görülen prensiplerin kayganlaşması için ne denli bereketli bir dekor sunduğunu kanıtlar. Belki de burada daha ilginç olanı bu karnavalın Osmanlı yazarın eserinde suçla, alkolle, taşkınlıkla örülü karanlık bir havaya bürünmesi, İngiliz yazarın romanında ise sisler ardında neler gizlediği asla tahmin edilemeyecek sihirli bir panayır yeri olarak sunulmasıdır.


[1] Genellikle insanın cinsiyetiyle bağdaştırılmayan kıyafetleri giyme pratiği.
[2] “Aşırılık, Suç ve Düzeni (Tefrika) Romanda Yazmak: Dürdane Hanım Örneği”, Erol Köroğlu, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt/Sayı: XLVII. https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423905859.pdf
[3] “Osmanlı İstanbul’unda Meyhanelerin Gelişim Serüveni”, İhsan Erdinçli, Toplumsal Tarih, Eylül 2020, 24.
[4] Dürdane Hanım’ın “fennî roman” kategorisinde değerlendirilmesinin sebebi olan ve kurguda kendisinden deus ex machina bir nesne olarak faydalanılan “telefon”, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre İstanbul’da geçen bir romanda ilk kez kullanılmıştır.
[5] “Gerçekten Çerkez Sohbet bunları söylerken Acem Ali’nin yüzüne öyle bir baktı ki bu kırk yıllık dostu değil de sanki doğduğu ilk günden ona âşıkmış gibi bir bakıştı.”
[6] Detaylı bir okuma için: “Bakhtin and Carnival: Culture as Counter-Culture”, Lachmann, Eshelman and Davis, Cultural Critique, No. 11 (Kış, 1988-1989), 115-152.
[7] Sen bir kadınsın, Shel!” diye haykırdı Orlando. “Sen bir erkeksin!” diye haykırdı Shel de.
[8] For none had cared for its beauty / Till we came, the strangers, the Giaours / And none had thought of a duty /  Towards its squandering flowers (…) They grow at their own free will / In the grass as in English meadows / On the slope of an English hill.
[9] O ravished bride of Christianity (…) Hearing the advent of the conqueror surge / Into the Wall miraculous the priest / Entered, and waits the summons to emerge. (…) When Russian Czar and prince, and Christian lord / Throng Saint Sophia in their packed array / To see the church’s heritage restored.
[10] She has an early morning of her own / A blending of the mist and sea and sun / Into an undistinguishable one /And Saint Sophia, from her lordly throne / Rises above the opalescent cloud
[11]“The Spirit of the Carnival: Virginia Woolf’s Orlando and Constantinople”. Hediye Özkan. https://www.researchgate.net/publication/315379006_The_Spirit_of_the_Carnival_Virginia_Woolf’s_Orlando_and_Constantinople
[12]“Constantinopolitan Modernities: Leonard Woolf, Virginia Woolf and Halide Edib” Nagihan Haliloğlu. https://openaccess.ihu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12154/377/Nagihan%20Halilo%C4%9Flu_Constantinopolitan%20Modernities.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[13] Bir romandaki seslerin, anlatı biçimlerinin ve bakış açılarının çeşitliliği.
[14] Örnekler için: Image of the Turks in the 17th century Europe. Sakıp Sabancı Müzesi Sergi Kataloğu. 231-234.

Kapak Görseli: Helena Perez Garcia

İngiliz Edebiyatı, Bizans ve klasik sanat tarihinin yanı sıra hiyeroglif, Osmanlıca, Çince gibi diller üzerine eğitim alan Bihter Sabanoğlu edebiyat çevirmeni, editör ve serbest yazar olarak çalışmalarını sürdürüyor.

Yoruma yanıt