İktidar ve İnsanın Konumlanış Biçimi
Bir şeyin tanımı olgusal olarak herkesin zihninde aynı olabilir mi? Hak, hukuk, adalet gibi sistemlerin işleyebilmesi için tanımlanan olguların insanlar tarafından aynı şekilde algılanması gerekir ki gerçeklikler ortaklaştırılabilsin.
Herhangi bir eylem ya da eylemsizlik sadece iktidara göre suç sayılıyorsa, o iktidarın boyunduruğunda yaşayan herkesin gerçeklik algısında kaymalar başlar. Artık neyin suç olup neyin olmadığı muğlaklaşır ve insanlar her an suçlu olarak tanımlanabilecekleri o ince çizgide yürürler. Bu yürüyüşte yalnızdırlar ve şüphe içindedirler. Herkes birbirinin polisi olmuştur. İktidarın istediği tam da budur işte; yalnızlaşan ve birbirlerinin polisi olmuş bireyler. Baskı mekanizması kendi kendine işleyen bir makine olduğunda insan sadece bir dişliye dönüşür ve çaresizleşir.
“Burada çaresizlik ve talihsizlikten söz ediliyorsa bunun amacı sadece, ayrıcalıkları olmayan ve aşağılanan vatandaşların kaderi için toplumsal sorumluluk taşımaktan kaçınmak ve bu tavır için onay aramaya çalışmaktır. Başkalarının kaderi karşısında hiçbir duygudaşlık gösterilmemektedir ve kendine acıma yoluyla bu duygudaşlık yoksunluğu örtülmeye ve haklı çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bir göz bağlama hilesiyle aslında duygusuzluk olan durum ‘duygu’ya dönüştürülmekte ve böylelikle kamuoyunu kazanmak amaçlanmaktadır.”[1]
Tavır için onay arama aşamasında, hakimlik gibi karar mekanizmasının yukarı kısımlarında görev alan insanların hukuka uymadığını düşündükleri kararları verirken ‘Ben onaylamasam başkası onaylayacaktı’ diyerek verdikleri kararı meşrulaştırmaya çalışmalarını örnek verebiliriz. Duygusuzluk olan duygu ortaklaşmasında insanların bir şey yapmadıklarının vicdani hesaplaşmasından kaçmak için neden yapamadıkları yönündeki haklı çıkma çabaları, bir tür boyun eğme ortaklığına dönüşür. Sözde karşı çıktıkları iktidarın bir parçası olduklarının farkında değildirler. Çünkü Arno Gruen’in de deyimiyle: “Boyun eğiş, her zaman dile getirilmemiş bir sözleşmenin parçasıdır: ‘Senin iktidarından pay almak için boyun eğiyorum.’”[2]
İktidarın dışarıdan baskıladıklarını kişi kendi içerisinde bastırmaya devam eder. Bazıları iktidardan pay almak için boyun eğerken, bazıları da korktuğu için çaresizleşir. Bu korku, iktidarın yapabileceklerinden doğacak olan acıdan duyulan korkudur.
“Gerçekten kendi olan bir kendiliğe geçebilmek ancak acı çekerek gerçekleşebiliyor. Bu acıyı çekmekten duyulan korku, otoriteye boyun eğişe götürüyor. Bu nedenle, iktidar karşısındaki tutumumuz ne tür bir insan olduğumuzu da gösteriyor.”[3]
Korku insanın duruşunu bozar. Her ne kadar gerçek bir kendiliğin ne olduğunu veya olup olamayacağını sorgulasak da; kendi gerçekliğini -şizofreni gibi hastalığa kayan bir gerçeklikten bahsetmiyorum ki hastalık dediğimiz bu tanımlamalara giren insanların o gerçekliği nasıl ve neden kurduklarının sorgulanması gerektiğini düşünüyorum tanımdan ziyade- kurmaya çalışan insanların hayatın içinde ve/veya hayata karşı bir duruşları vardır. Bu duruşa sahip olmayan insanlar ise her iktidarda ona uyum sağlayacak bir pozisyona geçerler. Duruşa sahip olmak, acıya kendini açabilmeyi, yüzleşmeyi gerektirir. İktidarın iktidarlığını muhafaza etmesinde kendi payını sorgulamayı icap ettirir. Bunun için insan tarihi hatırlar, bireylerin yaşadığı tarihi, örtülmeye çalışılanı anımsar.
Unutmaya karşı mücadele
“Milan Kundera, Gülmenin ve Unutmanın Kitabı’nda, ‘İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı mücadelesidir’ der.”[4] Bu açıdan baktığımızda ne kadar çok unutulmayacak olay vardır iktidarların tahakkümü altında.
Unutmaya karşı mücadelede vicdanın etkisi çok önemlidir fakat vicdanın herkeste aynı şekilde işlediğini söyleyebilir miyiz? Vicdan, günümüze kadar uzanan süreçte iktidarların, özellikle eğitim ve kültürel aktarım yollarıyla bireylerde oluşturduğu bir iç mahkeme olarak çıkar karşımıza. Bu nedenle herkeste aynı şekilde işlemez. İktidarların tarihsel sürecinde bizleri çok üzen olaylar bir başkasına böyle gelmeyecektir. Çünkü çoğunluk, iktidarın çıkarına karşı olan sorgulamaların/yüzleşmelerin/karşılaşmaların kendi çıkarına da karşı olacağını düşünür. Bunun nedeni, iktidar ile bazen ırk, bazen din, bazen cinsiyet gibi birçok ayrımda bir arada olmasıdır. İktidarın çıkarı kendi çıkarı olmuştur, dolayısıyla iktidarın vicdanını edinir ve artık o güçten pay alabileceğini düşünür. Böylece adalet gücün temeli hâline gelir.
“Her hükümet kendi çıkarlarını çerçevelemek için yasalar yapar; bir demokrasi, demokratik yasalar yapar; bir birey erkeci, despotik yasalar yapar ve bunun gibi. Bu süreç ile bu hükümetler şimdi, kendi çıkarlarının halkın çıkarları olduğunu söylemektedirler; ve bundan kim sapma gösterirse, yasadışılık suçundan kamçılanır. Bundan dolayı, sevgili efendim, demek istiyorum ki, her kentte aynı şey, yani, kurulu hükümetin çıkarı, adalettir. Ve üstünler de herhalde hükümet yanlısıdırlar. Böylece, doğru akıl yürütmemizin sonucunun, güçlünün çıkarının her yerde adalet olduğunu söyleyebiliriz.”[5]
Güçlünün çıkarı en yukarıdakilerin çıkarıdır. Ancak ayakları kamuoyunun üzerine basmayan bir iktidar ayakta duramaz. Bu nedenle halka, halkın kendi uzantıları olduğu inancını aşılar. Böylece insanlar ezildiği hâlde o güçten pay aldığını düşünür. Bunun en belirgin örneklerinden biri halktan insanların kendi seçtiği hükümet görevlileri yolsuzluk yaptığında ‘Biraz da bizimkiler yesinler.’ şeklindeki söylemleridir. O paradan nemalanmamasına rağmen hissiyatta yukarıdakilerle beraber o ‘biz’in içine dahil olmuştur. Bu şekilde iktidarın toplum üzerinde kurduğu tahakküme iştirak eder. Bununla birlikte bu grup insanlara karşı çıkan bir başka grup ise, karşı çıktığı eylemlerin baskı yöntemleriyle meşru kılınmasında kendi payının olduğunu, bunun küçük veya büyük parçalarını günlük hayatında sürdürdüğünü fark etmez, yahut görmek istemez. Oysa ki iki grup da iktidara hizmet eder. Bertrand Russell bu durumu çok basit bir örnekle anlatır:
“Ama yasama yalnızca istenmeyen eylemleri fiziksel olarak olanaksız kılmakla gerçekleştirilmemiştir, ayrıca bir yönlendirme işlevi de vardır; bir para cezası, örneğin, bir eylemi olanaksız kılmaz, yalnızca çekiciliğini kırar. Ayrıca -ki bu çok önemli bir noktadır- yasama, kamuoyunca desteklenmediği zaman, hemen hemen hiçbir işlevi yoktur; bu durum Alkol Yasağı sırasında Birleşik Devletlerde ya da içki kaçakçılarının seksenlerde İrlanda’da halkın desteğini kazandığı günlerde görülür. Dolayısıyla yasama, etkin bir güç olarak polis baskılarına dayanmaktan çok kamuoyuna dayanır.”[6]
İktidarlar şiddeti ve baskıyı sadece kendi ülkelerinde sürdürmezler. Buna ek olarak başka ülkelerin de kendi çıkarlarına uygun hareket etmeleri için zorlarlar. Bunun için yine kamuoyunun desteğini almak zorundadır ki zaten savaşacak olanlar kamuoyunu oluşturan halktan insanlar olacaktır. Bertrand Russell, bunu Thrasymachus’un adalet kuramından alıntılayarak açıklar:
“Ulusal iktidarda propagandanın oynadığı rol, eğitimin yaygınlaşmasıyla artmıştır. Bir ulus, yurttaşlarının çoğu güçlüklere göğüs germedikçe, hatta ölmeyi göze almadıkça, modern savaşlarda utkuya ulaşamaz. İktidarı ellerinde tutanlar, insanlara güçlüklere katlanmayı, ölümü göze almayı kabullendirebilmek için de, yurttaşlarını savaşın -şehit olmaya değecek denli önemli- bir şey olduğuna inandırmak zorundadırlar.”[7]
İnanç, iktidarların en büyük silahlarından biridir. Bireyleri inanmadığı bir eylemi gerçekleştirmeye zorlamak güçtür. Bu nedenle eğitimde öncelikle iktidar safında olmak öğretilir. İktidar safı ‘iyi’ olarak inşa edilir. Bu kavramın karşısında veya dışında kalan herkes ‘kötü’dür. ‘İyi’ olarak kurgulanan ‘iyi’ emirler verir.
İktidarlar kendilerine benzeyen bireyler yaratır
“Emirlere boyun eğdiğinde bir çocuk ‘iyi’, eğmediğinde de bir ‘hiç’tir. Büyüdüğünde ve politik bir lider olduğunda dadılık öğelerini tutar ve ilkelerine karşı gelenleri ‘kötü’, onayanları da ‘iyi’ insanlardan, karşı parti de ‘kötü’ insanlardan oluşur.
Böyle bir görüş açısı ciddi bir şekilde ele alındığında, toplumsal yaşamı olanaksız kılar. Hangi grubun ‘iyi’ hangi grubun ‘kötü’ olduğuna yalnızca kuvvet karar verebilir ve karar verildiğinde de, her an bir başkaldırma ile bozulabilir.”[8] Çünkü ‘kötü’ olarak kurgulanan da kendi içinde kendisini ‘iyi’ olarak inşa edecektir. Bu da döngüsel bir ayrıma yol açar ve yine bireyleri tekilleştirerek iktidarın işleyişini güçlendirir. Fakat iktidar, tahakkümün gücünün getirdiği sarhoşlukla bunun farkına varamaz. Eylemlerinin sorumluluğunu almayan bireyler, eylemlerinin sorumluluğunu almayan iktidarlar yaratır ya da aynı şekilde eylemlerinin sorumluluğunu almayan iktidarlar kendilerine benzeyen bireyler yaratır.
“Benimsetme ile baskının ayrı ayrı şeyler olduğu pek doğru değildir. Benimsetme şekillerinin çoğu aslında bir tür baskıdır. Çocuklarımıza neler yaptığımızı göz önüne alalım. Onlara, ‘Bazı insanlar dünyanın yuvarlak ve diğerlerinin de düz olduğuna inanırlar; büyüdüğünde istersen sen kendi araştırmanı yapıp kendi sonucuna varırsın’, demeyiz. Bunun yerine, ‘Dünya yuvarlaktır’, deriz. Çocuklarımız, bunu inceleyecek kadar yaşlandıklarında bizim propagandamız düşüncelerini köreltmiştir ve Düz Dünya Topluluğunun en inandırıcı savları hiçbir etki yapamaz.”[9]
Çocuklukta başlatılan tek tip, kabulcü eğitim sistemi gençlikte de sürdürülmeye devam eder. Sorgulamadan inanmak/sorgulatmadan inandırmak kolaydır. Tarihte daha önce de gördüğümüz baskıcı ve yıkıcı liderlerin insanları kukla gibi yönetmelerinin temel aracı inançtır. Bu tür liderler toplumu kendi tahayyüllerinde ön gördüğü ideal bir dünyaya sürükler.
“Çağdaş şekilleri ile otokrasi hep bir öğreti ile birleşmiştir: Hitler, Mussolini veya Stalin’inki ile. Nerede bir otokrasi varsa, düşünmeye yetenek kazanmadan önce gençlerin akıllarına birtakım inançlar işlenir ve bu inançlar öylesine bıkmadan usanmadan öğretilirler ki öğrenciler sonraları bu eski derslerin uyuşturucu etkisinden kurtulmaya hiçbir zaman yol bulamazlar. Bu inançları, doğruluklarını destekleyen herhangi bir neden vermeden, papağan gibi tekrarlarlar, kitle istenesi ve telkin ile işlenirler. İki karşıt öğreti bu biçimde öğretildiğinde, tartışan iki parti değil, atışan iki ordu oluştururlar. Kurulmuş her bir robot, kutsal olan her bir şeyin kendi zaferi yanında ve kötü şeylerin karşı tarafta olduğuna inanır.”[10]
Bu açıdan baktığımızda aklımıza en uçta haber yayını yapan iki gazeteyi getirelim. Yazdıkları yazılar ne kadar farklı olursa olsun üslup aynıdır. Haber dili olgusal ve net olmaktan uzak, suçlayıcı, düşmanlaştırıcı ve ayırıcıdır. Gazeteler bile iki ordunun davranış normlarını gösterir. Çünkü medya da iktidarların ellerindedir. Yönetimdeki iktidarın şekillendirdiği medyanın baskın olduğunu düşünsek de buna muhalif olan medya da bir iktidarın tahakkümü altındadır. Muhalif olması onu iktidarlıktan çıkarmaz.
“Devlet dışındaki örgütlerin üyeleri üzerindeki iktidarları, ihraç hakkı üzerine dayalıdır ve beraberinde getirdiği kötü ün ve parasal güçlük derecesine göre hiç de hoş değildir.
Buna karşın devletin yurttaşları üzerindeki iktidarı, anayasanın gelişigüzel tutuklamalar ya da sakatlamalar konularına koyduğu kısıtlamalar dışında, sınırsızdır.”[11] ki şu süreçte dünyanın her yerinde bu sınırlar da ortadan kalkmıştır. Yaklaşık bir yılı aşkın süredir -bazıları için daha fazla- ne için bile tutuklu bulunduğu tam olarak açıklanmayan insanlar vardır. Bu durum, devletlerin işlerine geldiği zaman üzerine kuruldukları anayasayı da çiğneyebileceğini gösterir. Böylece insanların ayakları altındaki zemin daha da güvensizleşir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki; korku ve güvensizlik bir zaman sonra yerini kayıtsızlığa bırakır. Böyle bir durumda bireyin kendisinin bir eylem yapabilmesinin güç olabileceği gibi iktidarların bireye herhangi bir eylemi yaptırabilme gücü de zayıflar. İnsanın doğuştan iyi, kötü ya da tabula rasa (boş levha) mı olup olmadığından bağımsız olarak diyebiliriz ki; insanları uzun bir süre baskı ile yönetebilirsiniz fakat insandaki huzura erme isteğini yok edemezsiniz. Basit bir fizik kanunu bile yüksek basıncın neye yol açacağını gösterebilir.
“Yürürlükte olan yönetim sürekliliğini sağlamak için baskı, seçmen kayıtlarında yasa dışı işlemler veya herhangi buna benzer bir yönteme başvurmamalıdır. Dikkate değer kişilerin yerinde ve geçerli eleştirileri için resmi veya resmi olmayan cezalara çarptırılmaları olmamalıdır. Bunların çoğu, günümüzde, iktidardaki politikacıların ülkenin hemen hemen yarısının nefret dolu eleştirilerine hedef olduğu demokratik ülkelerin parti yönetimince sağlanmışlardır. Bu durum onların çeşitli suçları işlemelerine engel olur, aksi halde, bu suçları işlemeye eğilimli olurlar.”[12]
Suç işleme hakkına sahip olduğunu düşünen iktidar, suç işleme hakkına sahip olduğunu düşünen insanlar yaratır. Kimisi bu suçu işlerken yöntem olarak iktidarı kullanırken kimisi de mevki olarak iktidarı muhafaza etme çabasına girerken kullandığı araçlarla suç işler.
“Bununla beraber, bir yöntem olarak iktidar arzulamak ile amacı kendisi olan iktidar arzulamak arasında büyük bir fark vardır. İktidarı bir yöntem olarak arzulayan kişinin öncelikle istediği daha başka bir tutku vardır, iktidara geçtikten sonra bunu elde etme durumuna gelir, iktidarı amaç olarak isteyen kişi, onu korumasını da düşünecektir.”[13]
Kötünün iyisi olarak mı ele almak gerektiğini bilemediğim bu düşüncede, sanırım vurgulamak gereken nokta, bir yöntem olarak iktidarı -arzulamak kelimesini buraya yazmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum- kullanan insanların amaçlarının belli bir dünya kurma hayali olduğunu; ancak arzu nesnesi iktidar olanların amaçlarının belli bir dünya kurma hayali olabileceği gibi kendisini o iktidar alanında tutma yolunda her türlü şeyi gözden çıkarabileceğini düşünüyorum. Her iki yaklaşımda da çok yıkıcı sonuçlar olabildiğini tarihten biliyoruz. Fakat bu yıkıcılığın bir gün bittiğini de tarihten biliyoruz. Önemli olan bizim bu tarih sayfasındaki yerimiz, nasıl konumlandığımız ve duruşumuz.
[1] Gruen Arno, Normalliğin Deliliği, Çev: İlknur İgan, Çitlembik Yayınları, 2003, s.125-126
[2] a.g.e, s.168
[3] a.g.e, s.217
[4] a.g.e, s.225
[5] Russell Bertrand, İktidar, Çev: Erol Esençay, Deniz Kitaplar Yayınevi, 1983, s.72-73
[6] a.g.e, s.72
[7] a.g.e, s.100
[8] a.g.e, s.220
[9] a.g.e, s.214
[10] a.g.e, s.238-239
[11] a.g.e, s.142
[12] a.g.e, s.233
[13] a.g.e, s.209-210
Kapak Görseli: Vance Lump
Fatih Kolbay
Bireysel düşünme tarzlarının, toplumsal davranış kalıpları üzerine etkisi ve iktidar-muhalefet bağlamında iyi ile kötünün tanımını analiz eden muhteşem bir yazı olmuş.
Bu makale salt referanslı bilgiye değil güçlü bir zekaya da dayanıyor.
Yüksek analitik bir bakış açısını içeriyor.
Ne acıdır ki, şu yazıyı okuyup anlayabilecek yöneticilere veya politikacılara henüz sahip değiliz. Örneğin,
N.Sakarya gibi yüksek entellektüel birinin politika yapacağı bir ülkede toplumun kalite ortalamasını düşünemiyorum.
Nuray Sakarya
Yorumlarınız için teşekkür ederim. Bu motivasyonla okuyup yazma çabama kaldığım yerden devam edeceğim.
Hulya Ozkan
Güzel bir yazi, fakat biraz daha kolay okunabilir (ve böylelikle anlasilabilir) yazilsa idi keske.