Gerçeğin Eleştirel İzdüşümü: Büyülü Gerçekçilik
Latin Amerika edebiyatının kuşkusuz ilk akla gelen isimlerinden biri olan Gabriel García Márquez, Paris Review dergisine verdiği röportajda edebiyatı marangozluk işi olarak tanımlar. Yazmayı masa yapmak kadar zor bulan yazara göre, gerek marangoz gerekse yazar gerçek bir malzemeyle çalışır ve bu malzemeyi bir forma sokmak için çabalar. Márquez’in yazmanın dinamiklerini anlattığı röportajında sıklıkla vurguladığı konu, kaliteli edebi eserlerin yoğun çalışmaların ve adanmışlıkların bir sonucu olduğu gerçeğidir. Proust’a yapılan atıf ise dikkat çekicidir: Yazma eylemi yüzde on ilham kaynaklıysa, kalan yüzde doksan masa başında terlemenin bir ürünüdür. Çalışmaya, masa başında saatler harcamaya bu kadar önem veren yazar; en büyük övgüyü hayal gücünü sınırsız kullanmasıyla alsa da her eserinde Karayip Adası gerçekliğinden yola çıktığını itiraf eder. Hatta meşhur Yüzyıllık Yalnızlık romanının çocukluk hatıralarının, büyükannesinin masallarının ve ada hikayelerinin toplamından başka bir şey olmadığını dile getirir. Bir başka deyişle, Márquez’in kurgusu gerçekle olan bağlarını hiç koparmaz. Tam da bu sebeple Márquez’in temsilcisi olduğu büyülü gerçekçilik akımının, kullandığı tüm fantastik motifler ve gerçeküstü karakterlerle gerçeğe çok yakın bir yerde durduğu söylenebilir.
Büyülü gerçekçilik kavramının Yüzyıllık Yalnızlık romanıyla birlikte anılması, hatta romandan bahsetmeden kavramın açıklanamaması artık kabul görmüş bir gerçek. Kolombiyalı yazar, her ne kadar kendini gerçekçi diye nitelese de roman geçmiş ve şimdiki zamanın iç içe geçtiği henüz ilk paragrafıyla okuru büyülü bir atmosfere çeker:
“O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir kerpiç köydü. Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi. Her yıl mart ayında, paçavralar içinde bir Çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı. Önce mıknatısı getirdiler. Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, irikıyım bir Çingene, Makedonyalı bilge simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti. İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peşinden paldır- küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti.”
Macondo köyünün gündelik yaşantısının içine serpiştirilmiş olağanüstü olaylar mekanın ve insanın geçirdiği değişimleri tanımı zor, ışıltılı bir dille anlatır. Márquez’in insanlığı, ölümü ve yaşamı birbirlerine zıt olduğu iddia edilen iki kavramı -gerçek ve büyü- iç içe geçirerek anlattığı eserleri okurun yepyeni bir gerçeklik algısı edinmesine de sebep olur. Gerçeğin içindeki büyü ya da büyünün içindeki gerçek artık daha tanıdıktır.
Tam da bu sebeple Márquez anlatılarında gerçeküstü olan yadırganmaz. Gerçek ve gerçeküstü aynı izdüşümünde var olabilir. “An Old Man With Enormous Wings” adlı kısa öyküsünde kıyıya vurmuş, melek kanatlarına sahip bir adam ne kadar gerçeküstüyse, adalı halkın kendinden farklı gördüğü kişiye reva gördüğü insanlık dışı muamele o kadar gerçekçidir. Yine aynı öyküde örümcek bedenine hapsedilmiş kadın karakter ada halkıyla aynı dili konuştuğu için adamın maruz kaldığı şiddete uğramaz, bilakis hikayesi ilgiyle dinlenir. Aynı dili konuşmayan gruplardan savunmasız olana yapılan haksızlık ve toplumun ikiyüzlülüğü o kadar tanıdıktır ki gerçeküstü öğeler ve karakterler okuru çıkardığı heyecanlı yolculukta adeta yüzüstü bırakır. Büyünün, gizemin ışıltılı dünyasından gerçeğin karanlığına düşüştür deneyimlenen.
Aslında Márquez’den çok önce yazdığı hikayelerle yaşadığı toplumun gerçeklerini eleştirel bir bakış açısıyla dile getiren Rus yazar Gogol’un “Palto” ve “Burun” öykülerinde de kullanılan gerçeküstü motifler öykülerin yakın dönem okumalarında öne çıkarılarak büyülü gerçekçiliğe dikkat çekilmektedir. “Burun” öyküsünde Kovalin isimli bir memur bir sabah uyandığında burnunun kaybolduğunu, bir berber ise sabah ekmeğinin arasında bir burnun durduğunu fark eder: “Sofraya oturdu, iki soğanı kesip dilimlere ayırdı, somunu ikiye bölüp üstüne tuz ekti. Birdenbire gördüğü beyaz şey onu şaşkına çevirdi: Bir burun! Gözlerine inanamıyordu -bir burun, evet yanlış değil bir burun! Üstelik de tanıdık bir burun!” Sınıf farkının bireyler üzerindeki etkilerinin bir memurun gözünden anlatıldığı öyküde gerçeküstü bir olay gündelik hayatta karşılaşılabilecek olağan bir olay gibi betimlenmiştir.
Türkiye’de ise büyülü gerçekçilik akıllara Latife Tekin’i ve Nazlı Eray’ı getirir. Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölümve Berci Kristin Çöp Masalları‘nda fantastik öğelerle bezenmiş mekanlarda gezdirir okurlarını. Sevgili Arsız Ölüm‘ün ana karakteri Dirmit’in cinlerle, perilerle dolu hayal dünyası onu ilk başlarda köyde sonrasında şehirde ailesiyle birlikte yaşadığı evin sıkıcı ve baskıcı atmosferinden uzaklaştırır. Anlatılan ev hikayesi birçok okur için oldukça tanıdıktır. Çocukluğun oyun oynanan sokaklarından geri dönülen ev güven veren, koruyan bir mekan değildir artık. Ataerkilliğin tüm baskıcı yönünü hissettiren ev duvarları ve kapalı pencereleriyle tanıdık bir hapishanedir. Evin temsil ettiği iç karartıcı gerçekliğin karşısında sokağın oyun dolu büyülü gerçekçiliği vardır. Tüm olağanüstü olaylar olağanın bir parçasıymış gibi verilir. Tekin’in büyülü gerçekçiliği, okuru gerçeğin iki zıt kutbu arasında gezdirir. Hem büyülü hem tehlikeli, aynı anda hem samimi hem tekinsiz olabilen bir gerçekliğin dünyasında yaşadığımızı hisseder, tanıdık olanın yabancılığı karşısında hayrete düşeriz. Nurdan Gürbilek, Tekin’in bu büyülü anlatılarının aslında bir yokluğa işaret ettiğini, yokluğu anlatan yeni bir dil yaratıldığını savunur[1]. Sevgili Arsız Ölüm‘de anlatıda var olmalarına karşın aslında yokluklarıyla öne çıkan ev, anne, aile, inanç gibi kavramlar büyülü gerçekçi anlatımın sağladığı dil olanaklarıyla sorgulanır.
Yokluk ve dil arasında kurulan bu ilişki, Berci Kristin Çöp Masalları‘nda da altı çizilmesi gereken temel husus. Gecekondu mahallelerinin çöp yığınları etrafındaki yaşamlar, fabrikalar, grevler anlatının tanıdık sahneleriyken; bu sahnede dillendirilen hikayeler, tekerlemeler, şarkı sözleri okuru yine gerçeğin sınırlarının dışında kalmış bir dünyaya götürür. Çiçektepe’de gecekonduların ve çöp yığınlarının arasında yeni yaşantıların kurulmasını mümkün kılan dil, şu satırlarda tüm lirik yönünü açığa çıkarmaktadır:
“Çöpten çıkartılan saçları yoluk, kolları kopuk naylon bebekler üzüm salkımı gibi iplere asıldı. Karton duvarlardan birine çöp tepelerine atılmış eski moda dergileri yapıştırıldı. Dergilerin ön ve arka kapakları açılıp duvarlara tutturuldu… Çöp kitaplarından yapılan sedirlerin üstü martı tüyleriyle örtüldü. Bağlama telleri, tef zilleri ses verdikçe duvarlarda moda dergilerinin boşlukta kalan orta sayfaları süs fenerleri gibi bir o yana, bir bu yana döndü… Çiçektepe kondularına Romanika çocuklarının, Romanika çalgılarının sesleri aktı. Konduculardan Romanika evlerinin içine ve süsüne merak salanlar çıktı. Gidip bakanlar, baktıklarını dillendirenler, duyduklarını çalıp söyleyenler oldu. Çiçektepe kondularına çöp tepelerinin karton süsleri ve ‘Ay döner hışır hışır, kondular ışır’ diye başlayan Çingene türküleri yayıldı.”
Türkiye’de büyülü gerçekçilik kavramı her ne kadar Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanıyla birlikte konuşulmaya başladıysa da Nazlı Eray’ın 1959 yılında kaleme aldığı “Mösyö Hristo” öyküsünün bu akımın ülkedeki ilk örneği olduğu söylenebilir. Yazarın da bir söyleşisinde belirttiği gibi Mösyö Hristo’nun yazıldığı yıllarda henüz Yüzyıllık Yalnızlık basılmamış, büyülü gerçekçilik edebiyat dünyasında konuşulmaya başlamamıştı. Eray’ın henüz orta okul yıllarında yazdığı öyküsünde Pera’nın üzerinde on iki saat boyunca bir kuş olarak uçan yaşlı bir adamın anlamlı bir hayatı olup olmadığını sorgulaması anlatılır. Mösyö Hristo, Şişhane Yokuşu’nda Saadet Apartmanı’nın kapıcısıdır. Kuş olup Kuledibi’ne uçması fantastik bir öğedir. Bu büyülü, fantastik anlatımın etrafında örülen tema ise yine çok tanıdık: Mösyö Hristo kapıcı dairesinden, karısı Madam Marina’dan, tekdüze hayatından kaçmak ister. Pera semalarında uçarak geçirdiği o bir günde özgürlüğün tadına varır varmasına ama gözlerinde yaşlarla onu bekleyen karısının kapıyı açmasıyla kaçışın imkansızlığı ve geri dönme zorunluluğuyla yüz yüze gelir. İnsan olmaya dair en temel, en tanıdık sorun 1950’ler Türkiye’sinin hiç alışkın olmadığı bir anlatımla hikayeleştirilmiştir.
Büyülü gerçekçiliğin Latin Amerika’nın yerli halklarının folkloru, mitolojisi ve sözlü geleneğinden beslenen bir akım olarak ortaya çıktığı artık bilinen bir gerçek. Sınır tanımayarak farklı coğrafyalara yayılması, yazarları, sanatçıları etkilemesi ise kaçınılmaz. Yeni ve şaşırtıcı olan ise kavramın ortaya çıkmasından çok önce alışılageldik normları alaşağı eden bu yeni dilin eserlerde karşımızı çıkması ki bu da ancak edebiyatın büyüsü olarak açıklanabilir.
[1] Gürbilek, Nurdan. Ev Ödevi. İletişim Yayınları.
Kapak Görseli: Jon Juarez