Demokrasi Tanrılar İçindir

Demokrasi Tanrılar İçindir

“Demokrasiler neden başarısızlığa uğruyor?”

Son birkaç yılda bu soruyu kitaplarda, fikir yazılarında, ana haber programlarında ve giderek gerginleşen kamusal müzakerelerde çokça işittik. Fakat kendimi neredeyse hep başka bir soruyla cevaplarken buluyorum: Neden başarısızlığa uğramasınlar ki?

Bu konuda elimizdeki tek doğru rehber olan tarih, demokrasinin nadide ve geçici olduğunu bize göstermiştir. Demokrasi, neredeyse esrarengiz biçimde şanslı bölgelerin birinde veya başkasında saman alevi gibi parlar, ardından aynı gizemle gözden kaybolur. Gerçek demokrasinin gerçekleştirilmesi güçtür ve bir kez gerçekleştirildi mi, kırılması kolaydır. İnsani olayların görkemli düzeninde kuraldan ziyade istisnadır.

Demokrasi, tarifi zor bir doğaya sahip olmasına rağmen çok yalın bir temel fikre sahiptir: Bir topluluğun üyeleri olarak, yaşamımızı birlikte nasıl idame ettireceğimize dair eşit söz hakkına sahip olmamız gerekir. Paul Woodruff, 2006 tarihli kitabı First Democracy: The Challenge of an Ancient Idea’da [İlk Demokrasi: Antik Bir Fikrin Mücadelesi] şöyle yazıyor: “Demokraside, olması gerektiği üzere tüm yetişkinler söze karışmakta, yaşamlarını birlikte nasıl yürütmeleri gerektiğine dair sohbete dahil olmakta özgürdür. Ayrıca hiç kimse denetimsiz iktidarın tadını çıkarma özgürlüğünden geri kalmaz.” Daha makul bir şey duyduğunuz oldu mu? Fakat bizim akla uygun olduğumuzu kim söylemiş?

Aslında insanlar demokratik şekilde yaşamaya yatkın değildir. Hatta demokrasinin “doğal olmadığı” saptaması bile yapılabilir ancak demokrasi, yaşamsal içgüdü ve dürtülerimize karşı koyar. Bizim için en doğal olan, tıpkı yaşayan herhangi bir canlıda olduğu gibi, hayatta kalma ve yeniden üretme arayışıdır. Bu amaç yüzünden de diğerlerine karşı kendimizi –bıkıp usanmadan, farkında olmadan, vahşice– öne çıkarırız: Onları kenara itip üzerlerinden geçer, alaşağı ederiz, hatta gerekirse ezeriz. İnsan uygarlığının güleç yüzünün ardında, hayvanlar aleminde karşılaştığımız kendini öne çıkarma yönünde aynı kör muharrik iş başındadır.

İnsan topluluğunun üzerini kazımanız kâfi, çok geçmeden sürüye rastlayacaksınız. Hayvanbilimci Konrad Lorenz On Aggression[1] adlı kitabında, “İki siyasi partiyi veya dini, şaşırtıcı ölçüde benzer kurtuluş programları aracılığıyla birbirleriyle canhıraş biçimde kavgaya” sürükleyen şey “mantıkdışı ve akla uygun olmayan insan doğasıdır,” diyor; tıpkı “bir İskender’in veya bir Napolyon’un, dünyayı kendi saltanatı bünyesinde birleştirme girişiminde milyonlarca insanın hayatını feda etmeye” mecbur bıraktığı gibi. Dünya tarihi, çoğunlukla farklı saltanatlar peşinde olan, kendini fazlasıyla öne çıkaran bireylerin hikâyesidir.

Böyle biri tahta bir kez geçti mi, diğerlerinin ona boyun eğmeye fazla istekli olmakla yetinmesi durumu iyileştirmez. Sanki onun ihtişamlı duruşunda, birdenbire baskıcı olduğunu fark ettikleri, kendi ellerinin çok fazla özgürlük barındırdığını idrak ederler. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde büyük engizisyoncu şöyle der: “İnsan özgür olduğu müddetçe, ilk fırsatta önünde diz çökeceği birini bulmak dışında, bitmek bilmez veya ızdıraplı başka bir vecibe yok onun için.” Ne de kibar bir teslimiyet!

Büyük İskender, Jül Sezar, Napolyon, Hitler ve Mussolini, hepsi de düzgün konuşmacılardı, güruhları büyüleyen, büyük siyasi ayartıcılardı. Güruhlarla ilişkileri pek de içli dışlı değildi. Bu tür rejimlerde ne zaman ki iktidar kullanılıp teşhir edilirse etki derinlemesine tutku dolu oluyor. Misal The Triumph of the Will [İradenin Zaferi, 1935] adlı belgeselde, Leni Riefenstahl’ın sapkın dehası sayesinde, bir tür toplu vecd hâli deneyimleyen insanları görüyoruz. Ayartıcıların söylemleri boş, hatta anlamsız olabilir ama bu çok önemli değil; her ayartıcı, tahrik olmuş güruhu hazzın farklı doruklarına taşır. Artık mest olmuş müritleriyle canı ne isterse yapabilir. Müritler ise efendilerinin her kaprisine boyun eğeceklerdir.

Kabaca, meydana gelen demokratik düşüncenin karşı durduğu insan bağlamıdır bu. Hiç şüphesiz, kaybedilen bir muharebedir. Hakiki demokrasi büyük vaatlerde bulunmaz ve baştan çıkarmaz; yalnızca belirli bir ölçüdeki insan haysiyetinin peşindedir. Tutku dolu değildir. Popülist rejimlerde olanlara nazaran soğuk bir ilişkidir bu. Aklı başında olan hangi insan kalkıp da demokrasinin cansız sorumluluklarını hizipçi bir istencin vereceği anlık memnuniyete, donuk bir vecde tercih edebilir? Gelgelelim, tüm bunlara rağmen demokratik düşünce tarihte birkaç kez cisimleşmeye yaklaşmıştır – insanlığın kendisini şaşırtmayı becermeye kıl payı kaldığı fazilet anlarında.

Tevazu anlayışı, demokrasinin baş göstermesi için gereken unsurlardan biridir. Bir tevazu aynı anda kolektif ve içselleştirilmiş, tesirli, hatta önseziye dayandığı kadar esaslıdır da. Kendi değeri ve sınırlarını bildiği için kendinden emin olan tevazu türü kendisiyle alay bile edebilir. Delice bir şey olarak görülen ve tolere etmeyi öğrendiğimiz bir tevazu, bilgece ve hoşgörülü oluverir. Diğer bir deyişle, gerçek bir demokrat olmak, toplu yaşama işi gündeme geldiğinde başkalarından daha becerikli olmadığınızı ve buna uygun hareket etmek gerektiğini anlamaktır. Demokratik bir biçimde yaşamak, her şeyden önce, başarısızlığın ve eksikliğin üstesinden gelmek, insan toplumuna dair birkaç yanılsamayı aklından çıkarmamaktır. Demokrasi kurumları, onların kural ve mekanizmaları; insanların noksan, kusurlu ve aksak olduğuna yönelik bir görüşün cisimleşmiş halidir.

Antik Atina demokrasisi bu görüşün geliştirdiği iki kurum tasarladı. İlki, kura ile seçme: kamu görevlilerinin kura yoluyla tayini. Atinalı yurttaşların –özgür yetişkin erkekler– yararlandığı hakların temelde eşit olduğunu hatırlarsak, liderlik pozisyonuna erişimin mantığa en uygun aracı rastgele seçmeydi. Atinalı demokratlar için seçimler demokrasinin merkezinde yer alıyordu gerçekten de: Başkalarına karşı mağrurca ve haksız yere kendilerini savunsunlar diye bazı insanlara olanak sağlıyorlardı.

Buna uygun olan Atina’nın diğer kusurlu kurumu toplumdan dışlanmaydı. Bir yurttaş azıcık fazla popüler –normalden çok baştan çıkarıcı– oldu mu, Atinalılar onun çömlek parçaları üzerine adı kazınmak suretiyle on seneliğine şehirden kovulması için oy verirdi. Baştan çıkarıcının yapmış olabileceği bir şeyden ötürü cezalandırılması değil, başıboş kaldığı durumda yapmış olabileceği şeye karşı önceden alınmış bir tedbirdi bu. Atinalılar siyasal ayartmalara karşı çok savunmasız ve aksak olduklarını biliyorlardı (Alkibiadis’le kurdukları çetrefilli ilişki onlara bunun yeterli kanıtını sunmuştu) ve derhal kendilerini hazdan yoksun bırakmışlardı. Bu haliyle insan işi olduğu için demokrasi kırılgandı, zayıf bir bünyeye sahipti, hiç teste tabi tutmamak daha iyiydi.

Atinalıların eşitliği radikal biçimde deneyimlemelerinin ardından, demokrasi kimi yerlerde yeniden gün yüzüne çıktı, fakat genelde Atinalıların demokratik demeye zorlanabileceği biçimler altında. Örneğin, günümüz Amerikan demokrasisinin (hâlihazırda piyasadaki en iyi versiyonlardan biri) büyük kısmı Atinalıların standartlarına göre “oligarşik” olarak değerlendirilebilirdi. Oligarşide yalnız genel anlamıyla siyasal oyunun kurallarına değil, kimin kazanıp kaybedeceğine de karar veren servet sahibi kısmetli azınlıktır (hoi oligio). İronik biçimde, ne zaman önce demokraside karar kılsak, sistem can havliyle kaçınmak istediğimiz şeyin tarafını tutuyor: gözünü iktidar hırsı bürümüş, küstah, zalimce kendini öne çıkaran siyasal hayvanın tarafını.

Şaşırmamamız lazım gene de. Jean-Jacques Rousseau şöyle diyordu: “Tanrılardan oluşan bir halk varsa, işte onlar kendilerini demokratik bir biçimde yönetecektir. Kusursuz bir yönetim biçimi insana göre değildir.” Hakkında konuştuğumuz çoğu zaman bir olgudan değil de uzak bir idealden bahsettiğimiz insan dünyasında demokrasiye rastlamak oldukça zor. Nihayetinde demokrasi, zaman zaman insanların pratiğe dökme girişiminde bulunduğu bir idealdir. Asla yeterli ve uzun süreli değil, deneme evresiymiş gibi hep acemice, ürkekçe bir girişim söz konusudur.

Yine de demokrasi, sürekli ertelense bile vadedilen tarifi zor şeylerden biridir (bir diğeri mutluluk), fiili varlığından daha önemlidir. Belki hiç elde edemeyeceğiz ama hayalini kurmaktan da vazgeçemeyeceğiz.

Çeviri: M. Taha Tunç


[1] Türkçesi İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine, çev. Evrim Tevfik Güney, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2007. (ç.n.)

Not: Bu yazı, ilk kez “Democracy Is for the Gods” adıyla The New York Times’ta yayımlanmıştır. Türkçe çevirisi için yazardan izin alınmıştır.

Kapak Görseli: Ali Banisadr (“Hypocrisy of Democracy”, 2012)

Teksas Teknoloji Üniversitesi’nde Beşeri Bilimler Profesörü ve Avustralya’daki Queensland Üniversitesi’nde Fahri Felsefe Profesörüdür. Türkçeye çevrildiğinde oldukça ilgi gören Fikirler İçin Ölmek: Filozofların Tehlikeli Hayatları’nın yazarıdır. Yazıları genellikle başarısızlık, inanç, tevazu üzerinedir.

Yorum

  • Ağustos 7, 2019
    yanıtla

    Ayberk Özel

    Yaşayan çok önemli felsefecilerden biri. Can’dan çıkan kitabı olmasa belki kendisini hiç duymayacaktık çünkü Türkçe’ye çevrilmiş çok fazla yazısı yok. Bu yazının çevrilmesi iyi olmuş. Demokrasinin imkansızlığıyla ilgili söylediği şeyler Türkiye gerçekliğiyle bu kadar mı örtüşür.

    • Ağustos 8, 2019
      yanıtla

      M. Taha Tunç

      Merhabalar. Dediğiniz gibi, Türkçeye çevrilen kitabı ilgi gördü ve çok da güzel bir kitaptır. İlginç bir düşünür. Daha önce bir arkadaşla Emil Cioran üzerine yazısını çevirmiştik. Çok ilgi gördü. Oldukça hararetli bir yazıdır. Şuradan okuyabilirsiniz: https://www.sosyalbilimler.org/basarisizligin-filozofu-cioran/

Yoruma yanıt