Dada’nın Kadınları

Kolaj yapan fakat kolaj denen kavramı küçükken tamamen kendi kendine keşfetmiş biri olarak, kolajın tarihsel gelişimini araştırdığımda karşılaştığım ilk akım “dada” olmuştu. Dadanın diğer akımlardan farkı tanımlamanın neredeyse imkansız olması. Çünkü dada sadece ismiyle bile kafalarda yüzlerce soru işareti uyandırır. Fransızca’da “sallanan at” ya da “oyuncak at” anlamına geliyor, Romence’de “evet, evet”. Dada aslında pek çok farklı dilde pek çok farklı anlama geliyor. Zaten yaratıcısı Hugo Ball’un da bu kelimeyi tercih etmesinin nedeni tam olarak buydu. Peki nedir dada?

Dediğim gibi dada’yı tanımlamak zor. Picabia onu “Hiç, hiç, hiç”[1] olarak tanımlıyor, Husmann ve Baader ise “Bir sanat?, Bir felsefe? Bir siyaset? Bir yangın sigortası? Bir devlet dini? Hiçbir şey? Ya da her şey?” diyor dada için.[2] Esasen dada …sanata karşı; onu tanımlayan her türlü akla karşı; onları var eden sergi, müze, tarih, piyasa gibi kurumlara karşı; bunların arkasındaki toplumsal-siyasal rejimlere karşı; her şeye, hatta kendine de karşı, topyekün bir başkaldırıdır.[3]

Dada’yı sanata karşı çıkan diğer avangard hareketlerden ayırt eden özelliği ise sanatı eylem olarak kavramasıdır.[4] Yani eninde sonunda bir nesnede ifade bulan sanatı tamamen ortadan kaldırarak, eylemin kendisinin estetik bir olaya dönüştürmesidir. Yani dadacılar aslında “sanatçı” kavramına, sanatı kendini entelektüel addeden belli bir zümreye ait gibi görülmesine, bir ticaret unsuru olarak kullanılmasına bütünüyle karşılar.

Peki tamamen başkaldırı üzerinde yoğunlaşan bu akım, sanat tarihi boyunca gözlemlediğimiz ‘erkekler kulübü’ olmanın dışına çıkabilmiş midir? Bunu Hannah Höch’e sorabilseydiniz size muhtemelen ters ters bakar ve “Hayır!” yanıtını verirdi.

Pek çok akımda olduğu gibi dada’yı incelediğimizde de kadın sanatçı sayısının erkek sanatçılara oranla son derece sınırlı olduğunu görüyoruz. Dada’yı incelerken karşımıza üç kadın sanatçı çıkıyor; Emmy Hennings, Sophie Taeuber ve Hannah Höch. Ancak bu üç kadının da kabare gösterilerinden kukla oyunlarına, danstan şiire ve resme, dada’ya katkılarından ziyade, kayda değer dadacıların eşleri olarak tarihe geçtiklerini söylemek zorundayız. Yani akımla bağlantıları eşleri ya da sevgilileri olan erkekler üzerinden tanımlanıyor.

Dada’nın zaman içerisindeki gelişimi ve değişimi itibariyle Berlin dadacılarından Hannah’nın taa en başlangıcında Zürih dönemine katkıda bulunan Emmy ve Sophia’ya göre daha şansız olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü zamanın başka sanat hareketlerine kıyasla (dada hareketinin başlangıcı 1913 yılı olarak kabul edilecek olursa) Zürih’te başlayan dada girişimi kadın yaratıcılığına oldukça açık kabul ediliyor. Tabii bu incelemeyi yaparken 1900’de kadınların ilk kez üniversitelere kabul edildiğini, 1908’de siyaset konusunda ulu orta tartışmalarına izin verildiğini ve Almanya’da kadınların seçme ve seçilme hakkına ancak 1919’da kavuştuğunu belirtmekte de fayda var. Dolayısıyla her ne kadar bir sanat akımından söz etsek de son derece ataerkil bir anlayışın hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Buna rağmen bu üç kadın, ortaya koydukları değeri yadsınamaz işlerle sanat tarihine adlarını yazdırmayı başardılar.

Emmy Hennings

Emmy Hennings, her şeyden önce bir şair ve şarkıcı. Kişisel hayatına ilişkin olarak ise morfin bağımlısı olduğunu, sıklıkla para sıkıntısı çektiğini ve defalarca tutuklandığını biliyoruz. Dolayısıyla özellikle dönemi içerisinde bir karşılaştırma yaparsak son derece ilgi çekici ve korkusuz bir kadın. Başta fahişeler olmak üzere toplumun dışladığı herkese karşı derin bir yakınlık duran Hennings, ayrıca akımın erkek öncülerinden farklı olarak savaşa (1. Dünya Savaşı) en başından beri karşı.

Dönemin kadın stereotipilerine aykırı, üstelik son derece çekici olduğu için Hennings’in sıklıkla şiirleri yerine yaşam öyküsüne odaklanılıyor. Kendisi ise bundan son derece rahatsız ki 1984’te ölmeden birkaç ay önce günlüğüne “kimsenin benden bir şey talep ettiği yok, kendim için bir şey arzulayan yalnızca benim; insanların istediği ise kişi olarak ben’im,” diye yazmış.[5]

Oysaki hayat hikayesinin ötesinde bir kadın Hennings. Richter kendisinden “Almanya’nın en iyi şairlerini çoğuna ilham kaynağı olmuştu,” diye bahsediyor.[6] Üstelik Emmy’nin farkı şiirlerinde işlediği konularda yatıyor; burjuva toplumunun uygun bulacağı konuların dışında; yalnızlık, tutsaklık, hastalık ve ölüm gibi temaları sıklıkla işliyor. Üstelik şiirlerinin yayıncısı da yine kendisi. Şiirlerini daktiloyla çoğaltıyor, özenle ciltliyor; fotoğraflarını ve bazen de suluboya ile yaptığı resimlerini ekleyerek satıyor. Bunun sayesinde de sattığı kitapçıkların hiçbiri diğerinin aynısı değil. Günümüzde kimilerince çocuksu olarak değerlendirilebilecek bu girişimi, benim için hem son derece ilham verici ve “çocuk kalan korkusuz iş yapar” sözünün bir kanıtı.

Elbette onu yalnızca şiiriyle tanımıyoruz. Emmy, esasen eşi Hugo Ball ile birlikte kurduğu ve dada akımının ilk merkezi olarak kabul edebileceğimiz Kabare Voltaire’in yıldızı ama bundan daha önemlisi ekibin kabare kültürü konusunda en deneyimli ve Kabare’yi çekip çeviren üyesi. Emmy’ye ilişkin daha fazlasını ise benim de satın alabilmek için köşe bucak aradığım otobiyografik romanı “Kodes”’te bulmak mümkün.

Sophie Taeuber

Şiiri, şarkıları ve danslarıyla Zürih’teki dada suarelerini sürükleyen ve izleyicileri kışkırtan Emmy’nin aksine sessiz, mazbut ve sıkılgan biri olan Taeuber, dada gösterilerindeki azgınlıklardan uzak durmayı tercih eden bir kadın.[7] Kendisi kolaj sanatçısı ve dansçı. Eşi Hans Arp ile aralarındaki bağ da birlikte yaptıkları kolajlar aracılığıyla kuruluyor. Taeuber’in yetenekleri ve ilgi alanları ise yalnızca bununla sınırlı değil, aynı zamanda Laban dans okulu öğrencilerinden biri ve kabareler için soyut kuklalar yapıyor.

Dada’nın diğer kadınlarından son derece farklı bir mizaca sahip olan Taeuber, aynı zamanda dada kadınları arasında en fazla takdir gören kişi. Pek çok erkek dadacının övgüyle bahsettiği Taeuber için Huelsenbeck “yeni sanatın gelişim sürecinde kendine isim yapmış yegane kadın oydu,” diyor.[8] Ortaya koyduğu işler itibariyle başarısı tartışılamaz olmakla birlikte üç kadın içerisinde en çok kabul görenin “sakin” ve “ağırbaşlı” Taeuber olması benim için hiç şaşırtıcı değil. Çünkü bence günümüze kadar olan süreçte de maalesef pek gelişme göstermemiş olan ataerkil anlayış; fikirlerini erkeklerin kendilerine uygun gördüğü biçimde değil de daha cesur ve sivri bir biçimde ifade eden kadınları sorunlu olarak mimlemeye yatkın. Her ne kadar erkekler yüzyıllarca şiddetli, savaşçı ve hatta bazen kaba bir tutumla düşüncelerini ifade etseler de kadınlardan daima sevimli, naif ve barışçıl olmaları bekleniyor. Dolayısıyla sıklıkla tutuklanan ve kabarelerde genelev şarkılarına da yer veren Emmy ya da eserleri Mösyö Höch adıyla yayınlanınca hakkını aramaya çalışan Hannah’dansa, etliye sütlüye bulaşmayan sessiz ve sakin Sophie tercih ediliyor.

Hannah Höch

Fotomontajları sonradan türünün en yetkin örnekleri arasında görülse de Raoul Hausmann’la gerilimli ilişkisi hüsranla sonuçlanan ve Kulüp Dada’ya kabul edilmeyen Höch, dada kadınlarının en şanssızı. Her ne kadar işlerinin önemi ve özgünlüğü bugün tartışmasız olsa da Hannah dönemi içerisinde Kulüp Dada’nın erkek üyeleri tarafından yok saymaya maruz bırakılıyor. Öyle ki Richter onun dada’ya olan tek katkısının kolajları olduğunu söylüyor ve ondan “Cılız sesini erkek meslektaşların kükremeleri boğuyordu. Fakat Hausmann’ın atölyesindeki buluşmalarımıza katıldığında parasızlığımıza rağmen bulup buluşturduğu sandviçler, bira ve kahveyle kendisini vazgeçilmez kıldı.”[9] şeklinde son derece sığ bir biçimde bahsediyor. Bu da benim için yukarıda bahsettiğim teoriyi kanıtlar nitelikte.

Zaten Hannah’nın kendisi de bu durumu ifade etmekten çekinmemiş; “Almanya’da bir kadının çağdaş sanatçı olarak başarı elde etmesi kolay değildi. Erkek meslektaşlarımızın çoğu bizi uzun süre boyunca çekici, yetenekli amatörler olarak gördüler; hiçbir zaman profesyonel bir statüye layık olduğumuzu düşünmediler.”[10]

Hannah’nın fotomontaja olan tutkusu ise bu durumdan etkilenmiş değil. Gerçekliğin aynası sayılan bir mecrayı, fotoğrafı kullanarak gerçeği istediği gibi çarpıtabilmekten keyif alıyor. Fotoğrafı kullanma biçimi ile başkaldırıyor. Bariz biçimde oranları bozuyor, figürleri grotesk hale getiriyor ve yabancılaşma etkisi yaratıyor. Eserlerinde dönemin çeşitli siyasetçilerinin fotoğraflarını bozarak (onları çıplak gösteren imajlar seçerek) kullanmaktan çekinmeyen Hannah, aynı fotomontajında seçme seçilme hakkını yeni kazanmış kadın siyasetçilere, kafalarını dansçı kadınların bedenlerine yapıştırarak yer veriyor. Böylece siyasetin ilerici ve muhafazakar figürlerini karşı karşıya getiriyor.

1920’de yazdığı “Ressam” isimli hiciv yazısında ise eşitlikçi ve modern bir erkek ressamın, özel hayatında kendisini kadının tehdidi altında ezilen bir deha olarak görmesini ve kadına hıncını yaptığı resimle ifade etme çabasını alaycı bir şekilde anlatıyor. Bu yönüyle dönemi içerisinde son derece cesur işler ortaya koyan sanatçının fikirlerini söylemekten kaçınmadığını görüyoruz. Kim bilir belki de Hausmann’ı kendi anılarında Höch’e yer vermeyecek kadar kızdıran bu açık sözlülüğüdür…


[1] Francis Picabia Dada Manifestosu
[2] Emily Hage, Intersecting Display Strategies in Dada Art Journals and Exhibitions
[3] Nur Altınyıldız Artun, Ali Artun, Dada Kılavuz
[4] Nur Altınyıldız Artun, Ali Artun, Dada Kılavuz
[5] Ruth Hemus, Dada’s Women
[6] Hans Richter, Dada Art and Anti- Dada
[7] Nur Altınyıldız Artun, Ali Artun, Dada Kılavuz
[8] Richard Huelsenbeck, Memories of a Dada Drummer
[9] Hans Richter, Dada Art and Anti- Dada
[10] Ruth Hemus, Dada’s Women

Kapak Görseli: Hannah Höch, Roma, 1925, oil on canvas, 90 x 106 cm © Berlinische Galerie – Landesmuseum für Moderne Kunst, Fotografie und Architektur © VG Bild-Kunst, Bonn 2016

Hukuk fakültesi mezunu. İki yıl süreyle bir hukuk bürosunda avukatlık yaptıktan sonra hukuka freelance olarak devam etme kararı aldı. theMagger’da yazar. Tiyatro ve sanat tarihi ilgileniyor. Psikoloji ve iyi yaşam konularında yazılar yazıyor.

Yoruma yanıt