Bağcıklarımızı Bu Kadar Sıkı Bağlamayı Bize Kim Öğretti?
Domenico Starnone’nin Bağlar Romanı Hakkında
Domenico Starnone’nin Türkçeye Bağlar adıyla kazandırılan romanının[1] kapağında bir ayakkabı bağcığı var. Yılan gibi kıvrılan bir ayakkabı bağcığı, bir delikten çıkarak dolambaçlı yollar izliyor bu kapak illüstrasyonunda. Yuvarlak bir boşluktan çıkıp kıvrımlar çizdikten sonra, hem yarayı hem de bir yılanın çatallı dilini andıran bir çatlağa doğru uzanıyor bu bağcıklar. Romanın ilerleyen sayfalarında anlayacağımız üzere, Starnone’nin romanının temel meselesinin hem ayakkabı bağcıklarıyla hem de onlar aracılığıyla deşilip iyiden iyiye onulmaz hale gelen açık yaralarla ilişkisi var.
Starnone’nin metni, ilişkilerin duygusal şiddetinin açtığı yaralarla ve bu yaraları açık bırakmaya neden adeta hastalıklı bir ilgi duyduğumuzla ilgili. Yoğun duygusal ilişkilerin marazlarına neden adeta bağımlı hale geliriz? Yıllar süren yan yanalıkların yarattığı bağlar, dünyada olmanın mutlak boşluğundan bizi kurtarırken, bir yandan da üst üste yığılan duygusal yüklere bizi muhtaç hale mi getirir? Bir evin içinde, iki beden arasında, toplum tarafından tanınan kalıplaşmış ilişki biçimlerinde yıllar içinde kendiliğinden kurulan iktidar alanlarıyla ilgili bir metin bu.
Bağlar’da bir ailenin dört üyesinin perspektifinden bir aldatma/terk etme/yeniden bir araya gelme öyküsü okuyoruz. Bakış açıları değişip kadından erkeğe, anneden babaya, onlardan da çocuklara kaydıkça, bir olayın farklı okunma biçimlerini görerek olayın aslına vâkıf olacağımızı düşünüyoruz; oysa Starnone bizi, bilinçli bir şekilde, her bakış açısıyla giderek insanı daha da bunaltan, çözülemeyen, düğüm olmuş bir bağcık yığınının ortasına bırakıveriyor. Starnone’nin tasvir ettiği ilişkiler, aile kurumuna has sorumluluk ve duygusal bağlanmalar dünyası belki de olabilecek en karanlık betimlemelerden birine sahip. Yazar, hiçbir aile üyesine yakınlaşmadan anlatıyor her şeyi. Tonunda ne tümden bir şefkatsizlik var ne de onlardan birini haklı gören bir kayırmacılık. Adeta herkes aile kavramının içinde onlara biçilen toplumsal rollerin cenderesinde birbirine dolanıyor. Bu dolanıklık halinin kendisi karşı konulmaz, vazgeçilmez bir yakınlıkla birlikte bir nefret yumağı yaratıyor.
Çağdaş İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Starnone’nin romanını okurken, onun gibi Napolili olan bir başka yazarın meşhur serisine, Elena Ferrante’nin Napoli romanlarına gidiyor aklım. İki kadının yıllara yayılan arkadaşlığının, duygusal yakınlığının rekabet, ihtiras, nefret ve sevgi ağı yaratarak nasıl yırtılmaz bir kabuk oluşturduğunu sezdiren bir seri bu. İlk kitap Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’dan bir pasaj düşüyor aklıma:
“Ne kadar şekilsiziz diye düşünmüştü, ne kadar yetersiziz. Geniş omuzlar, kollar, bacaklar, kulaklar, burunlar, gözler, ona canavarımsı varlıkların parçaları gibi görünmüştü ve bunlar kara göğün gizli bir köşesinden inmiş gibiydiler. Ve bu tiksinti nedense özellikle ailesinde ona en yakın, hayatta en sevdiği kişi olan ağabeyinin üzerinde yoğunlaşmıştı.”[2]
İlginçtir, edebiyat dünyasında yıllar süren ve halen nihayete ermeyen spekülasyonlara kulak verirsek, Elena Ferrrante takma isminin ardında Napolili yazar Domenico Starnone’nin olma ihtimali var.[3] Hakikaten de pek çok makalenin iddia ettiği üzere, iki yazarın ilgilendiği temalar arasında muazzam benzerlikler var. İkisi de İtalyan ailelerinin arızalı yapılarına, ikili ilişkilerdeki yakıcı duygusal yoğunluğa yönelik büyük bir meraka sahip. Ferrante’nin bir terk edilme öyküsü etrafında gelişen Napoli romanları gibi, Bağlar da terk edilen bir kadının, Vanda’nın mektubuyla açılıyor. Terk edilmenin bir insanın üzerinde bıraktığı aşılmaz keder, onu terk edenden intikam alma isteğine evriliyor. Bir evliliğin zamanla tümüyle bir stratejik savaşa, psikolojik şiddete varan bir ailecilik oyununa dönüşümüne tanık oluyoruz.
Bağlar’ın henüz ilk sayfalarında öğreniyoruz ki, genç yaşta evlenerek çocuk sahibi olan Vanda, yazarlıkta ilerleyerek farklı bir sosyal çevre edinen, öğretim üyesi olduğu üniversitede genç bir kadına tutulan eşi Aldo tarafından terk ediliyor. Roman, önce Vanda’nın mektubuyla bize onun bakış açısından aksettiriyor tüm olan biteni, sonra aldatan tarafın, Aldo’nun duygusal gelgitlerini izletmeye başlıyor. Vanda, Aldo ve çocukları Anna ile Sandro, yıllar sonra kaybolan bir kedi aracılığıyla düğümlenen bağcıkları çözmeye, en azından birkaç düğümü tersine çevirip azıcık nefes almaya başlıyorlar. Roman bu dört kişiyi bir evin eşya yığınının, kişisel tarihlerin, duygusal yüklerin altında bırakanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Bunu yaparken de, aile değerlerine güzelleme yapan anlatılardan fersah fersah uzak duruyor. Bir aileyi beraber tuttuğunu zannettiğimiz, en melodramatik olduğunu düşündüğümüz anlarda, Starnone’nin ustaca kurduğu geçişli perspektifler, bize ailenin her bireyinin nasıl da kendi rolünü korumak adına bir iktidar savaşı verdiğini, duyguların güdümünde olduğunu sandığımız eylemlerle bir ilişkide karşı tarafı duygusal olarak manipüle etmenin nasıl iç içe geçmiş olabileceğini gösteriyor.
Roman, hiçbir karakteri, hatta onların en manipülatif, en hesaplanmış ve yaralayıcı eylemlerini bile yargılamadan, toplumsal kodlarla belirlenmiş bir alanda yaşanan duygusal yakınlığın nasıl bir düğümle sonuçlanmaya yazgılı olduğuna dair bir kesit. Amerikan edebiyatında, bir ailenin öyküsünü farklı perspektiflerden anlatan ama nihayetinde hep aileye dair şefkatli bir yan bulan ABD’li yıldız romancı Jonathan Franzen’a benzer bir yapı kuruyor aslında Starnone; ancak vardığı yer, aile güzellemesine bir an olsun bile fırsat tanımıyor. Aksine, duygusal yakınlıklara dair hayli pesimist bir tonda hikayeler anlatan bir usta sinemacıyı/tiyatrocuyu hatırlatıyor onun bakışı: Rainer Werner Fassbinder’i hatırlatan bir tavizsiz keskinlikle, ilişkilere içkin iktidar istencini betimlemeye çalışıyor Starnone.
İlginçtir ki Starnone’nin illüzyonlardan arınmış bu karamsar bakışı, mutlak bir çıkışsızlık hissinin gidebileceği sinik bir yöne meyletmiyor. Duygusal yakınlaşmaları, bir başka insana uzanmayı, onunla sahici bir rabıta kurma çabasını boşa düşürecek bir his yok bu metinlerde. Keskin bir gözlemcilikle, düğümlerden kurtulmak imkânsız ancak onlara dolanmaktan ve dolandıkça kimi düğümleri çözüp özgürleşmeye çalışmaktan, Sisifosvari bu sonsuz çabanın kendisinden daha değerli bir şey olmadığını sezdiriyor Bağlar. Bir başkasıyla, bir insanla, hayvanla, doğayla, nesnelerle bağ kurmak, kendimiz dışında kalan dünyayla münasebetimiz bizi tanımlayan, dünyada olmayı anlamlı kılan başlıca şey. Tam da bu rabıtanın biçimi üzerine düşündürdüğü ve kestirmeden yargı dağıtmadığı için önemli bir roman Bağlar. Kendi düğümlerimizi, ilişkilerin kaçınılmaz iktidar savaşlarını, toplumsal rollerle biçimi çoktan verilmiş alanlarda değil, yeni alanlarda yine yeniden bulmamız/tanımlamamız gerektiğini hatırlattığı için…
[1] Domenico Starnone, Bağlar. Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu. Yüz Yayınları: İstanbul, 2018.
[2] Elena Ferrante, Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım. Çev. Eren Yücesan Cendey. Sel Yayıncılık: İstanbul, 2015, sf.102.
[3] Domenico Starnone, Elena Ferrante takma adıyla Napoli romanlarını bizzat kendisinin yazdığı yönündeki iddiaları defalarca reddetti. Edebiyat camiasının gündeminde uzunca bir süre baş köşede oturan bu konudaki yaygın görüş, Ferrante takma adının arkasındaki ismin Starnone’nin eşi, çevirmen Anita Raja olduğu yönünde. Ancak bu konuda yayımlanan makalelerden bazıları, eserlerindeki benzerlikler göz önüne alındığında, Starnone’nin de Ferrante romanlarına katkı sunmuş olabileceğini öne sürüyor. Yani Napolili esrarengiz romancı Elena Ferrante birden çok kişi olabilir. Ferrante’nin kimliğini tartışan makalelerden biri için bkz. “Who is the real Italian novelist writing as Elena Ferrante?” Lizzy Davies, The Guardian, son erişim 10 Ağustos 2019: https://www.theguardian.com/books/2014/oct/15/who-italian-novelist-elena-ferrante