Antroposen Bir Uyanış Mümkün mü?

2005 yılında İstanbul’da kurulan DOT Tiyatro, 2020 Ekim’inde “bulutların ve yıldızların altında tiyatroyla buluşmak için” DotOrmanda adlı bir tiyatro alanı yarattı. Tiyatronun kurucularından Özlem Daltaban, insanları evlerine hapseden pandemiden çok önce düşünmeye başlamış bu fikri. İnsanları doğayla barıştırmak, doğayla kopan bağımızı yeniden kurmak için insan-orman buluşmaları düzenleme fikri kendi içinde insanlığa bir çağrı aslında. Yüzümüzü tekrar toprağa, denize, ormana, gökyüzüne çevirme çağrısı. Pandemi döneminde tiyatro yapabilecekleri bir yer ararken, karşılarına çıkan ormanı akıllarından bir daha çıkaramayarak Dot Ormanda’yı kuruyor Özlem-Murat Daltaban çifti, “Orman bizi kandırdı” diyerek.

İnsanlık bundan 250 yıl kadar önce de buhar makinesinin icadı ve sonrasındaki teknolojik gelişmelerin etkisiyle kendini doğanın mutlak hakimi konumuna yerleştirerek kandırmış, bu aldanış geri dönülemez bir kopuşun başlangıcı olmuştur. İnsanın kendi kendini kandırması ne yazık ki ormanın insanı kandırması kadar büyüleyici ve iyileştirici değil. Bu kandırma ona kısa süreli zafer coşkusu tattıran bir aldanışken, ormanın insanı kandırması onu masalsı yolculuğa davet eden bir çağrı. Masal benzetmesini yapmam boşuna değil. Yüzünü ormana çeviren insan kendine ait ilk hikayeleri duyacak, bildiklerini hatırlayacak, kaybettiği bağın peşine düşecektir. Toprağa basmak ve göğe bakmak her ne kadar 21. yüzyıl insanına romantik gelen davranışlar olsa da ormanın sınırsızlığında insanın kendi sınırlarını bildiği zamanlara bir geri dönüştür aslında. Kandırmak fiiliyle anlatılan bu iki farklı durum insan-doğa ilişkisinin döngüsel yapısına da işaret ediyor. Aydınlanma Çağı öncesinde diğer canlılar gibi doğanın bir bileşeni konumunda doğayla mutlak uyum içinde yaşayan insan, Sanayi Devrimi’yle birlikte kendisini nereye konumlandıracağı konusunda bir bocalamaya girdi. Şimdilerde ise bu bocalamadan çıkıp tekrar doğaya dönmenin yollarını arıyor. Tarımda makineleşme, tıpta ilerlemeler ve birçok farklı alanda yeni buluşlar insanların hayat kalitesinde gözle görünür iyileşmeler yaratırken, doğayı insanın kontrolsüz kullanımına da açmış oldu. Her alanda ortaya çıkan yeniliklerin coşkusuna kapılan insan ne toprağın ve havanın yapısında meydana gelen değişimleri fark edebildi, ne suların kirlendiğini ne de kendisinden başka canlıların bu değişime ayak uyduramayışını. Nobel ödüllü kimyager Paul Crutzen ve biyoloji profesörü Eugene F. Stoermer, insanın kayıtsızlığının ön planda olduğu bu doğadan kopuş zamanlarına 2000’li yıllarda bir isim vererek bilimsel çevrelerde yıllarca sürecek ve henüz bir sonuca varılamamış bir tartışma başlattı. Crutzen ve Stoermer’in insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki büyük çaplı etkilerini işaret ederek önerdikleri terim, insan çağı anlamına gelen antroposen. Crutzen’e göre James Watt’ın buhar makinesini icat etmesiyle başlayan bu çağ, doğa karşısında insanın hakimiyetinin ve üstünlüğünün altını çiziyor. Ne ki doğayı kendi amaçları doğrultusunda sınırsızca kullanma şeklinde ifadesini bulan bu hakimiyet insana doğaya ait olduğunu unutturdu. Crutzen ve Stoermer’in bilimsel çalışmaları çerçevesinde ortaya attıkları bu yeni jeoloji terimi, farklı disiplinlerden birçok araştırmacıyı, yazarı ve sanatçıyı ortak bir çabada buluşturmayı başardı. Ne zaman başladığı belirlenememiş olsa da şu an içinde bulunduğumuz antroposen çağının amacı insan-doğa uyumunu yeniden canlandırabilmek.

Antroposen kavramı doğada ve yerkürede meydana gelen değişimleri tamamıyla insana bağlaması ve bu sebeple tek tip bir insan algısı yaratması dolayısıyla sıkça eleştiriye maruz kalsa da günümüzde antroposen çatı terimi altında birçok çalışma alanının ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Antroposen mimari, antroposen sanat, antroposen edebiyat, antroposen sinema ve tiyatro gibi başlıklar altında toplanan çalışmalar araştırmacı Deborah Bird Rose’un antroposen kavramını “doğa bilimleri ve insani bilimler arasında bir diyalog” imkanı olarak tanımlamasına örnek teşkil eder nitelikte (akt. Aykanat, s.49)[1]. Antroposen edebiyat bugün daha çok iklim krizi sorununa odaklanan eserlerle biliniyor. Margaret Atwood’un 2003 tarihli Türkçe’ye DelliÂddem olarak çevrilen distopik üçlemesi MaddAddam, iklim kurgu (cli-fi) olarak adlandırılan yeni bir edebi türün ilk örnekleri arasında sayılabilir. Türkiye’de Oya Baydar’ın ekolojik distopya olarak tanımlanan kitabı Köpekli Çocuklar Gecesi üzerine yayımlandığı tarih olan 2019’dan günümüze çok sayıda çalışma yapıldı. İklim kurgu türünde kaleme alınan daha birçok eser iklim krizi ve ekolojik sorunların sonuçlarına genel bir çerçeveden bakmak yerine tekil insan yaşantılarını resmederek antroposen kavramının daha eleştirel ve politik bir perspektiften ele alınmasını da mümkün kıldı. Akademisyen Eray Çaylı’nın Deneme ve Eleştiri türünde 2021 Cevdet Kudret ödülünü kazandığı kitabı İklimin Estetiği kitabı da bu eleştirel tutumu mimari ve sanat özelinde sürdürmeye devam etti. Kitap insan ve insanlık nedir sorularıyla başlattığı tartışmayı kapitalizm, ataerki, ırkçılık gibi kavramlar çerçevesinde çok daha katmanlı hale getirerek antroposenin işaret ettiği insanlık kavramındaki aşırı genelleyici yaklaşımın tehlikesine dikkat çekti. Mimarlık Dergisi’nin Mart-Nisan 2020 sayısında kaleme alınan “Antroposen Çağında Çevreci Mimarlığı Tartışmak: Post-Sürdürülebilirlik” başlıklı yazıda “durağan ve koruyucu” bir doğa anlayışının artık sonunda olduğumuz ve bu sebeple mimaride de yeni yönelimlere ihtiyaç duyulduğunun, sürdürülebilirlik kavramının dahi insan-mimari ilişkisini açıklamada artık yeterli olmadığının altı çizildi (Boyacıoğlu, Ayıran, Gökmen, 2020)[2]. 2016 tarihli İKSV 3. Tasarım Bienali “Biz İnsan mıyız?” başlığı altında toplanan sergiler, gösterimler ve panellerle insanın yaratıcı gücü içinde saklı yıkım potansiyeline vurgu yaptı.

Antroposen kavramının bilinirliğinin artmasına, insanın yeryüzündeki yerinin yeniden düşünülmesine ve sorumluluk alınmasına yönelik girişimler görsel ve işitsel medyada da sıklıkla yer bulmaya devam ediyor. Açık Radyo’da Kasım 2021’de başlayan Antroposen Sohbetler programı insanın içinde bulunduğu bu “yok oluş” çağını çeşitli uzmanlarla konuşarak gündemde tutuyor. Kale Tasarım Merkezi’nin süresiz olarak erişime açtığı “Atığın İhtimalleri: Biçim ve Süreç” sergisi insan-dünya ilişkisine sanat ve tasarım penceresinden atık sorunu özelinde bakan fotoğraf sergileri, söyleşiler, yayınlar ve videoları bir araya getiriyor. Tüm bu çabalar şüphesiz çok değerli. Yazının başlığındaki soruya dönecek olursak, antroposen bir uyanış sanat ve edebiyatla mümkün. Bilemediğimiz ise bu uyanışın var olan sorunlara bütüncül çözümler üretip üretemeyeceği.


[1] Aykanat, Fatma. “Antroposen Çağının Öykü Anlatıcıları: Sanat ve Edebiyat”. Şarkî: Üç Aylık Sanat ve Edebiyat Dergisi. Yıl 1, Sayı 1, 2017, 45-57.
[2] Boyacıoğlu, Can., Ayıran, Nezih., Gökmen, Gülçin Pulat. “Antroposen Çağında Çevreci Mimarlığı Tartışmak: Post-Sürdürülebilirlik”. Mimarlık Dergisi. Mart-Nisan 2020. http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=426&RecID=4979

Kapak Görseli: Nate Kitch

Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu. Çalışma alanları arasında azınlık edebiyatı, toplumsal cinsiyet, mekan ve aidiyet konuları yer alıyor. 2013’ten beri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çalışıyor.

Yoruma yanıt